Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu günden bu yana sürekli var olma ve kendini kabul ettirme çabası içinde olmuştur. Devletimizin kurucu ekibi olan Büyük Atatürk ve arkadaşları adeta devraldıkları tarihsel sorunlarla Cumhuriyet kurulduktan sonrada mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
1923 yılından itibaren içeride ekonomik yokluklar ve isyanlarla, dışarıda ise başta Musul ve Boğazlar meseleleri olmak üzere dünyadaki pek çok emperyalist devletle girişilen bilek güreşi, iki kutuplu dünya düzeninin hâkim olduğu yıllarda değişik boyutlarda ve farklı tehdit algılamalarıyla devam etmiştir.
Özellikle Başbakan Adnan Menderes'in asılmasından sonra içerideki tetikçi vesayet odaklarının da gayretleriyle yaşanan siyasal istikrarsızlıklar, ekonomik krizler ve bunlara bağlı ekilen terör tohumları ülkemizi zayıflatmış, sosyal sorunları arttırmış ve dış gelişmelere adeta müdahale edemez duruma getirmiştir.
İki kutuplu dünya düzenin sona erdiği 1990'lı yıllardan itibaren yoğun PKK terörüne de maruz kalan devletimiz, her geçen gün içeride daha da zayıflayan, dışarıda ise küresel güçlere son derece bağımlı ve artık bağımsız milli politikalar üretebilme kabiliyetinden yoksun, adeta müstemleke bir duruma düşürülmüştü.
Modern sosyolojinin ve iktisattın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçi İbn-i Haldun ünlü eseri Mukaddime'de "Asabiye" olarak da adlandırdığı toplumlardaki tepkisel reflekslerin zamanı geldiğinde harekete geçebileceğini belirtir.
Koskoca bir şanlı tarihe, binlerce yıllık kadim bir medeniyete sahip milletimizin batı literatüründe "Praksis" olarak da adlandırılan asabiye refleksi 2000'li yılların başında harekete geçti. Önce muktedir bir siyasi irade ortaya çıktı.
Ve günümüze kadar içeride ve dışarıda sürdürülen yoğun mücadeleler sonucunda yıllarca canımızı acıtan terör yok edildi. Ülkemize dışarıdan müdahale etmeye çalışan kollar kırıldı, dışarının tetikçiliğini yapan içerideki karanlık ellere 15 Temmuz örneğinde olduğu gibi kelepçe vuruldu.
Siyasal istikrarın kalıcı şekilde sağlanabilmesi için Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildi. Laik-anti laik, başörtüsü, irtica, etnik ve mezhepsel ayrışmalara çanak tutan sorunlar birer ikişer çözümlendi. Güvenliğin tam olarak ve her yerde tesis edilmesiyle birlikte çok yönlü gelişme hamleleri başlatıldı. Özellikle savunma sanayi alanındaki gelişmeler başta Doğu Akdeniz ve Ege olmak üzere Türkiye'yi oyun kurucu bir ülke konumuna ulaştırdı.
Libya'da darbeci Hafter güçlerine, Suriye'de Esed'in askerlerine, Suriye ve Irak'ta PYD/PKK'ya, Karabağ'da Ermeni Ordusuna müdahale edilirken hep yerli ve milli savunma sanayimizin ürünü silahlar kullanıldı. Halen yürütülmekte olan 750 adet savunma projesinin toplam sözleşme bedeli 55 milyar dolara ulaşmış durumda ve 2023 yılındaki ihracat hedefinin 10 milyar dolar olması planlanıyor. Bugün 1500 firmanın yer aldığı savunma sanayi bütçesi 60 milyar dolarlık bir hacme sahip ve dünyadaki ilk 100 firma arasında 7 Türk firması da var.
Geleceğin savaş ortamı tasarlanarak oluşturulan ve aralarında TF-X Milli Muharip Savaş uçağının da olduğu projelerin büyük bir kısmı 2023'te hayata geçirilecek. Elbette Türkiye'deki gelişmeleri sadece savunma sanayisine indirgemeden çok yönlü okumak gerekir.
Karadeniz'de bulunan enerji rezervlerinden tutun da Eylül 2021'de üretilmesi planlanan yerli ve milli aşıya kadar geniş bir yelpazede gelişmeler devam ediyor. Ve tüm bu gelişmelerin doğal olarak politik ve ekonomik karşılıkları olmaktadır. Bugün Cumhuriyet tarihimiz boyunca hep küresel emperyalist güçler ve onların içerideki yerli uşaklarıyla boğuşmalar şeklinde geçen 98 yıldan sonra ilk defa huzur ve güven ortamı içinde bugüne kadar yapılanların, yatırımların, verilen emeklerin karşılığını büyük ölçüde almaya 2 yıldan az bir zaman kaldı.
Yeni oluşan küresel düzende güçlü bir şekilde kalabilmemiz için bugün sağlanan çok yönlü gelişme ivmelerinin 2023 ve ötesine aynı hızla götürülmesi ülkemiz için hayati önem taşımaktadır. O zaman yeni küresel düzen neyi içeriyor, biraz da ona bakalım.
ABD'nin önlenemez şekilde zayıflaması ve AB'nin güç kaybetmesinin muhtemel sonuçlarını iki boyutta okumak mümkün. Birincisi her geçen gün kabuğuna çekilen ve çekildikçe ekonomik, sosyal ve siyasal problemleri artan ABD ve AB ülkelerinin durumunu değerlendirmek gerekir.
Önümüzdeki dönemde bu ülkelerde yönetimlerin radikalleşmesi ve sosyal ayrışmanın daha da derinleşmesi beklenebilir. İkincisi de yükselen yeni güç bağlamında Çin'in ortaya çıkaracağı emperyalist etkilerin değerlendirilmesi lazım.
Çin, uzun süreli stratejik enerji ihtiyacını karşılamayı garanti edecek bir noktaya yaklaşmış durumda. Bu nedenle bugüne kadar ki pasif barışçıl politikalarını yavaş yavaş terk etmeye başladı. Batıyla mücadelenin sadece ticaret savaşlarıyla sınırlı kalmayacağı, olası çatışmaların uzay dâhil çok yönlü ve çok boyutlu olarak genişleyebileceği sinyallerini veriyor.
Artık ABD'nin dünyadaki hâkimiyet alanlarının hangi sırada ve ne şekilde yani çatışma-yarı çatışma-diplomatik baskı yöntemlerinden hangileri kullanılarak Çin'in kontrolüne geçebileceği tartışılıyor. AB panikte zira Çin'e karşı kendilerini ABD'nin tek başına koruyamayacağını biliyorlar ve artık kendilerinin de bir şeyler yapmaları gerektiğinin farkındalar.
Yani kartlar yeniden karılmış durumda dağıtılması muhtemelen 2023'ten sonra olacak. Dünyadaki siyasal merkezler ve küresel sermaye hızla yer değiştiriyor. Yeni dünya düzeninde Türkiye nerede olacak sorusunun cevabı şu an elde edilmiş ilerleme hızının önümüzdeki iki yılda kesintisiz şekilde sürdürülmesi ve 2023 sonrasına aktarılmasına göre belli olacak gibi görünüyor.
Bu belirleyiciliğin en önemli faktörünü de söylemek isterim.
Muktedir siyasi irade...