Elbette ki Sultan Abdülhamit Han’dan bahsediyorum. Geçtiğimiz yıl Derin Tarih dergisi etrafında değerli Tarih Araştırmacısı Mustafa Armağan’ın başlattığı bu tartışma oldukça geniş yankı bulmuştu. Bazı tarihçiler son imparatorun Vahdettin Han olduğunu hatırlatarak (!) Abdülhamit Han’a bu sıfatın verilemeyeceğini söylemeleri ise ilginçti.
Bu seneki tartışma TBMM Başkanı İsmail Kahraman beyin açılışını yaptığı sempozyum vesilesiyle başladı. Aradan geçen yüz yıla rağmen ‘öfke ve düşmanlık hislerinden’ hiçbir şey kaybetmemiş olanların ise sahneye çıkıp, bütün ezberlediklerini, Abdülhamit Han hakkında içlerinde biriktirdiklerini ortaya döktükleri görüldü. “Tarihsel olanı anma, değerlendirme hatta kritik etmeye bu kadar tahammülsüzlük göstermek, ayrıca bunu bu kadar sığlıkla yapmaya kalkmak, nasıl bir zihinsel problemin göstergesidir!”
Hangi tarih!
Bütün bu problemli bakış açıları göstermektedir ki tarihsel olayı, dönemi ya da şahsiyeti oluşturan şartları, süreçleri monolitik bir çerçeveye sokmaya çalışmak, meseleyi anlamaktan uzaklaşarak o konu hakkındaki kanaatlerin inanç haline gelmesine sebep olabilir, fakat anlaşılmasına katkı yapmaz. Sadece bu tür bakış açısına sahip tarihçilerin değil, bu tür tarih anlayışının da sorunlu bir yanının olduğunu, bunun da önemli ölçüde tarih metodolojisi eksikliğine uzandığını belirtmek gerekir. “Tarih metodolojisi tarihi sosyal bilim yapan yaklaşımları kapsar; yaygın kanaatleri, ön yargıları bir yana koyunuz, tarihi belgelerin dahi yöntemsiz okunduğunda nasıl bir çarpıtmaya araç olduğunu gösteren birçok örnek vardır.”
Abdülhamit Han üzerine yapılan tartışmaların, ön yargılara dayanarak yapılmasının sadece tarihçilerin tarihsel yöntem problemiyle açıklanmayacağını, meselenin bir yönün de halen siyasal kültürümüzde devam edegelen ‘Batıcı-yerli siyasi kutuplaşmasına’ uzandığını da görmek gerekir. “Bu sebepledir ki Kemalistler kendilerini otomatik bir biçimde Abdülhamit Han’ın karşısında konumlandırırken, kendi dünya görüşlerine göre, ona bir kimlik izafe etmektedirler. Bu durum ise aslında imparatorluktan günümüze intikal eden siyasal/ideolojik mücadelenin belli bir ölçüde devam ettiğinin ifadesidir.”
İmparatorluğun son uzun yılı oldukça problemlidir. Bu dönem Batı’da meydana gelen biri toplumsal, diğeri ekonomik alandaki iki büyük devrim, siyasi yapı olarak İmparatorlukların da sonunu hazırlamıştır. ‘Köylü-kapalı toplum’ yapılarından ‘kentli- açık topluma’ geçilirken, ekonomide de üretimin başta kullandığı enerji biçimi olmak üzere niteliği farklılaşmış, tarımsal üretimden ‘endüstriyel üretime’ doğru bir yapı değişimi yaşanmıştır.
Tarihsel dram
Tarımsal çağın ileri bir toplumsal düzenine sahip olan Türk İmparatorluğunun ‘endüstri çağına’ yönelen Batı karşısında yaşadığı sorunları çokça tartışıyorum fakat Osmanlı aydınlarının yeniçağın yükselişi karşısındaki duyarsızlıkları, meseleyi ‘Batılılaşma ideolojisi’ etrafında ele almalarının başlı başına bir sorunu olduğunu sıkça vurgulamak gerekir. “Nitekim Tanzimatçıların 1838 İngilizlerle yaptıkları ticaret anlaşması, sanayinin gücünü kavrayamamış bir zihniyetin birtakım düzenlemeler ve fermanlarla ‘sosyal meseleyi’ fark etmeden, siyasi çözüm aramak gibi bir yanlışa düştüklerini ve oradan çıkamadıklarını, bunun imparatorluğun kaybına kadar uzandığını hatırlamak lazımdır.”
İşte Abdülhamit Han bu tarımsal imparatorluğun değişimi konusunda başta eğitim olmak üzere, kurumsal yapıda reformlar yaparak ‘muhafazakâr bir modernleşme’ arayışında olan bir imparatordur. Onun dramı, bunu ‘İmparatorun gücünü’ Tanzimat reformlarıyla beraber paylaşmaya girişen ‘kapı kullarının bürokratlaşma sürecinde’ yapmaya kalkmasıyla ortaya çıkmıştır. Tanzimat’ın ‘bürokrat paşaları’ ile Abdülhamit Han arasındaki çelişki Sultan’ı ‘Son İmparator’ yapmıştır fakat imparatorluğu kurtarmaya yetmemiştir. Bugün Kemalizm adına anakronik bir anlayışla Abdülhamit Han’a saldıranların ‘Neo-Tanzimatçılar’ olduğunu söylemesek de olur.