Tarihsel olarak çözülememiş meselelerden kaçmak kurtulmak mümkün olmuyor. Hani o çok söylenen ‘ver kurtul’ formülü aslında yanlış bir formüldür çünkü verip kurtulmak mümkün görünmüyor, çoğu kere verseniz de kurtulamıyorsunuz. Yapılan bir yanlış, eğer yaşanılan coğrafyayı bütünüyle terk edip başka bir kıtaya veya başka bir coğrafyaya gidilemeyecekse, dönüp sizi ya başka bir yanlışa ya da yeniden meseleyi çözmeye zorlayacak hale gelebiliyor. Sanıyorum Cevdet Paşa’nın ünlü sözü hâlâ akıllardadır. Tarihsel olan bir toplumun güncelini belirleyen faktörlerden biridir ve inkâr da etseniz tarihten kaçmak imkansızdır. Bu da ‘tarihi boşuna yaşanmış bir şey olmanın ötesine’ taşıyor. Tarihin tekerrür ettiği fikri doğru değildir; tam aksine değişim, yeni durumların ortaya çıkması demektir. Tarihe insanların, toplumların, ülkelerin, milletlerin v.s. değişim hikayesi olarak bakmak, aynı zamanda değişimi yaratan önceki durumun aktüel olanın ortaya çıkışını belirleyen faktörlerden en azından biri olduğunu görmek gerekir.
Tarih tekerrür etmez
İmparatorluk dağılıp başta petrol olmak üzere bütün enerji kaynaklarını kaybederken neyin kaybedildiğinin kıymeti yeterince anlaşılmış mıdır? Lozan’da çizilen sınırlarımızın hemen bittiği yerde petrolün adeta fışkırırcasına ortaya çıkmasını tesadüfi bir durum olduğu söylense inandırıcı bulur musunuz? Böyle bir izaha, buna inanacak adam bulmak kolay değildir. “İmparatorluğun dağıtılmasının da Birinci Savaşın çıkış sebeplerinin başında gelen sebep de enerji kaynaklarının paylaşımıdır ki bunun esasında sanayinin kanı olan petrol bölgelerini kontrol altına almak, oralara sahip olmaktan geçtiği açıktır.” 19.yüzyıldan itibaren artık sanayileşen Batının petrolün önemini fark etmesine karşılık imparatorluğun hem sanayi çağının uzağında kalması hem birçok cephede yürüttüğü savaşlar yüzünden önünü görememesi, petrol bölgelerini koruma konusunda bir vizyona sahip olmasını (bu mümkün müydü!) engellemiştir.
Bırakınız 19. yüzyılı Lozan’da bile Musul meselesine sadece toprak meselesi olarak bakıldığını söylemek doğrudur. O zaman kaybettiğimiz Musul, bugünlerde yeni bir sorun olarak yine önümüzde durmaktadır.
Batı sistemi biz Türkleri bu bölgede, en azından etkisiz kılmak için kararlı görünmektedir. Hiç kimse Avrupa’nın önünde yarım yüz yıldan fazla bekletilip AB’ye alınmayan Türkiye’nin durumunu ‘uyum yasalarını yeterince hazırlayamadığı için bekletiliyor’ diyerek ya da stratejik müttefiki olduğu iddia edilen ABD’nin yanına Türkiye’den ‘daha güvenilir bulduğu için’ terör örgütü PKK/PYD’yi aldığını söyleyerek durumu izah etmeye kalkmasın. NATO üyesi Türkiye’ye, Batı’nın Sovyetler’e karşı adeta ileri karakolu konumunda tutulan bir ülkeye karşı açıkça bir terör örgütü ile işbirliği yapılması tartışılıyorsa bunu önce batıcılarımızın oturup düşünmesi gerekmez mi? ‘Canım bunda ne var ABD pragmatik bir devlettir, bu tercihi daha faydalı görmüştür’ diyerek durumu izah etmek mümkün müdür? Bu durumda haklı olarak Batı sisteminin Türkiye ile ilişkilerinin anlamını sorgulamak doğru değil midir?
Yeni bir devrin başlangıcındayız!
Tarihsel olarak Türkiye’nin batıyla bağımlılık ilişkilerinin ömrünü tamamladığını, bunun kaçınılmaz bir durum olduğu hipotezini uzun zamandır anlatmaya çalışıyorum. Bu bir tercih değil tarihsel bir durumdur derken şunu vurgulamak gerekir; “Türkiye modernleşmesini Batı vesayetçiliği anlamındaki Batılılaşma ideolojisinden, kendi toplumsal gelişmesini sürdürecek yerli dinamiklere yani siyasette demokrasiye, toplumsal alanda milli kültüre, ekonomide üretime, yerli katma değer üretecek milli projelere ve kalkınmaya dayandırdıkça, kaçınılmaz olarak bölgesel etki alanı genişleyecek bu ise Batı’nın hegemonya sahası olarak yüz yıldır kullanımında olan bölgede Batı’yla çelişkiye düşmek demektir.” Bu çelişkiyi aşmak için Musul sorunu yeni bir durum olarak Türkiye’nin önündedir. Ya buna yeniden onların istediği gibi cevap verilecek ya da artık yeni bir dönemin başladığı gösterilecektir.