Son zamanlarda sıkça sorulan bir soru olarak, hatta çoğu kere sorunun ötesine geçip kesin bir hüküm gibi tartışılan konu bu. Türkiye’nin Ortadoğu’da yanlış yerde durduğunu söyleyenlerin fikirlerinin dayandığı birkaç nokta var. Bunların başında Suriye meselesi gelmektedir. Suriye’de rejimin ayakta kalması, ABD’nin PKK/PYD desteğinde Türkiye’yi kuşatan bir oluşuma gitmesi, Türkmenlerin 1200 yıllık vatanlarında katledilmeleri gibi olaylar hatırlanırsa, bu iddiada bulunanların kendi görüşlerini destekleyecek birçok gerekçe bulunabilir.
Bu konuyla ilgili asıl söylenmek istenen zaman zaman açık veya üstü kapalı ifade edilen husus ‘Türkiye’nin Ortadoğu’ya bulaşmaması gerektiği halde işin içine bu kadar girmiş olmasıdır’. Çünkü Ortadoğu bataklığına girdikten sonra bu meselelerle karşılaşmak kaçınılmazdır. Açıktır ki, bu görüşü ileri sürenler ‘Ortadoğu’nun sahibi bu coğrafyayı dizayn edenlerdir; onların işine karışılmaması gerekir. Dün haritayı böyle çizmişlerdi, bugün şöyle çizmek istemektedirler. Türkiye mümkünse onlarla birlikte hareket etmenin yolunu bulmalıdır, onlara rağmen bir şey yapmak yanlıştır ayrıca mümkün de değildir.’ Bu görüşü savunanların ihmal ettiği veya görmemizi istemediği şey yeniden çizilmek istenen haritanın bizim coğrafyamıza tekabül ettiğidir.
Nerede durmalı?
Geleneksel Türk dış politikası, Batı bağımlı bir anlayışla yapıla geldiği için ondan uzaklaşma, yani bağımsız bir anlayışa dayanma eğilimi gösterdiği anda bu eleştirilerin gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Yüz yıllık bir dönemin kapanması anlamına gelen ‘biz farkına varsak da varmasak da bu coğrafyada meydana gelen her şey bizi ilgilendirmekle kalmaz doğrudan bizimle alakalıdır; dolayısıyla bu coğrafyanın dışında değil içinde olduğumuzun bilincinde olmak, buna göre davranmak mecburiyetindeyiz’ yaklaşımının tedirginlik yaratmış olması anlaşılabilir bir husustur.
Türkiye eğer Batı çizgisinde hareket etmeye devam etseydi, Suriye’de ABD’nin yaptığı gibi rejimin desteklediği PYD’yi, Mısır’da Sisi’yi, Irak’ta parçalanmayı destekleseydi bugün bu politikaları eleştirenlerin söyleyecek fazla bir şeyinin olmayacağını tahmin etmek zor değildir.
Oysa mesele oldukça farklı bir yere uzanmaktadır. Türkiye’nin ‘çözüm sürecini’ başlatıp yıllara uzanan çalışmalarıyla hazırladığı Kürt kartını Batının elinden alması, Kuzey Irakta Barzani yönetimiyle yaptığı anlaşmanın bu ülkenin bölünmesine karşı bütünleşmesine dönük bir işleve sahip olması, Suriye’de bütün unsurları bir arada yaşatacak bu ülkenin birliğinden yana bir siyaset takip etmesi; bence sorunun ana kaynağıdır. Bunları anlamadan, Türkiye’nin durduğu yeri tartışmak fazla bir şey ifade etmeyecektir.
İki tavır iki siyaset
‘Ortadoğu’da yanlış yerde duruyoruz’ sözünün, ülkenin eski uluslararası statükoya itiraz etmesiyle başlamış olduğunu, hatta doğrudan buna bağlı olduğunu görmek gerekir. Unutmayalım Lozan’dan başlayarak Türkiye, Ortadoğu denkleminin dışına çıkarılarak sömürgeci ülkeler tarafından denklemin çözülmesine rıza göstermek zorunda kalmıştır. O günkü şartlarda kabul edilen bu tavrın yüzyıl sonra devam etmesi gerektiğini savunmak nasıl bir anlayıştır!
Gelinen aşamada bugün iki tavır söz konusudur. Birincisi, Batının tavrıdır. Ortadoğu’yu yeniden parçalamak isteyen Batı sistemi, yaptığı müdahalelerle aslında bölgeyi sürekli istikrarsızlık kaynağı haline getirerek, terörün üremesine zemin hazırlamakta ve böylece terör sorununun küresel ölçekte bir tehdide dönüşmesine vesile olmaktadır.
İkincisi; Türkiye’nin bütünleştirici tavrıdır. Bölge insanlarının kendi ülkelerinde söz sahibi olacağı ‘bahar hareketlerinin’ yanında yer alarak barışın ancak bu coğrafyanın demokratikleşmesiyle kurulabileceğini ortaya koymuş bulunmaktadır. Türkiye’nin doğru yerde mi, yanlış yerde mi durduğuna tarih karar verecektir…