Modern muhafazakârlık Türk toplumsal tarihinde ciddi ağırlığı olan bir harekettir. Oysa Türkiye’de modernleşme deyince akla ilk gelenler arasında muhafazakârlar yer almaz. Bunun sebebi, düşünce dünyamızın batıdan transfer edilen kavramların, iki farklı sosyolojiyi yok sayarak benimsemesi, eleştirel ve analitik olarak değerlendirememesidir. “Kavramlar her zaman tartışmalı olmayabilir, fakat o kavramları üreten olayların hangi toplumsal yapılardan transfer edildiğini dikkate almadan bir araç olarak kullanmak ciddi sorunlara yol açmaktadır.”
Modernleşme bizim toplumumuzda, daha çok yerli olanların tasfiye edilmesi olarak anlaşılmıştır ve bu kanaat yerleşik hale gelmiştir. Bunun nedeni modernleşmeci oldukları iddiasıyla ortaya çıkanların sahip olduğu ideolojiyle ilgilidir. Türkiye’de hala batılılaşma ve modernleşme kavramları arasındaki derin fark görülememektedir çünkü resmi ideoloji zaten bu özdeşlik üzerine kuruludur. Durum böyle olunca da devletin ideolojik mekanizmalarının ürettiği bakış/kavrayış biçiminin bunu aşması ciddi bir entelektüel çabayı gerekli kılmaktadır.
Muhafazakârlık neye dayanıyor?
Bu mesele İmparatorluk bünyesinde şekillenmiş bir konudur. Türkiye’de siyasal gelişmelerin akışında Batılılaşma ideolojisini savunan gruplar devlet içinde Sultan’a karşı iktidar mücadelesini veren sivil bürokratlar ve askerlerdir. İlginçtir; Sultanlar Batılaşma taraftarı olan bürokratlardan daha fazla modernlik yanlısıdırlar. Hatırlayalım eğitimin yenileştirilmesinden, mühendislik okullarının açılmasına, demiryolu projelerinden, ordunun yeni çağın şartlarına uygun yeniden teşkil edilmesine, silahlarının yenilenmesinden bunların üretimine kadar birçok alanda, modernleşme hamlelerini yapanların başında Sultanlar gelmektedir. Sultan Abdülhamit bu konuda bütün diğer sultanlardan daha fazla yenilik yarattığı halde, Batılılaşmacı bürokratlar tarafından saldırıya uğramış, öyle ki bugün dahi modernleşme sürecine dönük reformlarından bahsedilmek bir yana, kendisi ‘gerici/tutucu’ nitelendirilmesiyle itham edilmektedir.
Bu olayın sebeplerinin temelinin Türkiye’deki toplumsal bölünmelere dayandığını uzun süredir yazıp savunuyorum. Kısaca meseleyi şöyle ortaya koymak mümkün görünmektedir: Türk toplumu merkeziyetçi bir tarım toplumu geleneğine sahiptir. Bu merkez etrafında örgütlenmiş olan toplumsal tabakalar kendi içerisinde farklı bir biçimde kademelenmiş bulunmakla beraber temel ilke; statülerin serbestliği/hareketliliği şeklindedir. Sultan/saltanat hariç her statü hareketlilik gösterir. Burada Batılı toplumlarda olduğu gibi sabit statülere sahip soyluluk, kölelik, serflik gibi kurumlara yer yoktur.
Burjuvazi, Batı geleneğinde sabit statü setlerini değiştiren, burada radikal değişim yapan bir rolde ortaya çıktığı için devrimcidir ve modernleşme burjuvazi üzerinden yükselen, ekonomiden teknolojiye, siyasetten düşünce biçimine kadar bütünüyle yeni bir hayat tarzının temsilcisi olarak tarih sahnesinde yerini almıştır.
Yenilik nerede?
İşte bu toplumsal yapıda ortaya çıkan sosyal bölünmeler, merkezi ele geçirme mücadelesi etrafında devletin içinde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bir tarafta, Batılılaşma ideolojisiyle yerli kültüre onun kurumlarına savaş açmış, onları değiştirerek yerine Batıdan transfer etmeye çalıştıklarını uygulamak isteyen ‘Batıcı bürokratlar’ diğer tarafta ise yerli kültürü muhafaza ederek ülkeyi modernleştirmek isteyen Sultanlar ve onlarla aynı çizgide buluşan sivil toplum yani ‘yerli burjuvazi’ vardır.
Dolayısıyla ‘batılılaşma ideolojisi’ ve ‘yerli kurumların’ etrafındaki farklılaşma kültürel temellerde ortaya çıkmıştır. İşin ilginç yanı yerliliği savunanlar, Abdülhamit Han’dan, Menderes’e, Demirel’e, Özal ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a uzanan bu çizgi; toplumda modernliğin önünü açan, Türkiye’yi modernleştiren projelerle ileriye doğru taşırken, modern-muhafazakâr bir siyaset üretmişlerdir. Bunun ekonomisi, sosyolojisinin yarattığı siyasetle belirlenmiştir ki üzerinde ayrıca durmak gerekir.