10 Ağustos seçim sonucu ‘nefret’in yenilgisidir. Ancak bu yenilginin ‘aşkın zaferi’ ile ilgisi yoktur. Çünkü Stendhal’in dediği gibi ‘aşk nefretin karşılığı değildir’. Nefret, hastalıklı bir güç arayışı ve yalanlarla beslenen bir sapkınlıktır. Milyonların Erdoğan’a olan sevgisi ise başka bir varoluşsal alandadır, içsel bir duygunun kendiliğinden dışavurumudur.
Seçimlerde ‘sadece nefret’ diyenler 14’lü bir tabanca gibi birleştiler. Gezi’de de aynı ‘Erdoğan gitsin,ne gelirse gelsin’ ittifakı vardı. Çatı ile buna MHP de eklendi. Muhalefetin örgütlenme biçimi ‘çatı kutuplaşması’, propagandası da nefret söylemiydi.
Nefret söylemi, Gezi eylemleri döneminde ülke bazında hakaret ve küfür ayinine dönüştü. ‘Diren Gezi’ sloganları altındakiler adeta George Orwell’in 1984 romanından fırlamış gibi yok etme, vurma-kırma, aşağılama duygularını haykırdılar. Nefret Vaizi’nin bedduaları da bu ayinin devamıydı.
Orwell’in romanında tekno-oligarşi elindeki medya olanaklarıyla insanları sistematik olarak kışkırtır ve şartlandırır. Nefret bir siyasetçide kişileştirilir. ‘Kardeşlik’ adı verilen bir partinin lideri olan bu ‘düşman’dan herkes nefret etmek zorundadır.
Aydınlar ondan nefret eder, günde bin defa, meydanlarda, ekranlarda, gazetelerde, kitaplarda ona hakaret edilir, görüş ve konuşmaları reddedilir, aptallığı ve cahilliği herkese açıklanır. Fakat nedense onun etkisi de hep artar, hatta düşünce polisi, ‘yalaka’ haline dönüşen sanatçıları bulup onlara linç uygulatır.
Fransız psikanalist Tomasella nefret duygusunun ‘normallik’ alanındaki sosyal fantazmalarla ilişkisini kanıtlar. Toplumun bir hiyerarşi normu vardır. Nefret duygusu bunu koruyan bir silahtır.
Eski Türkiye’deki hiyerarşi Avrupai yaşam biçiminin üstünlüğü üzerinde kurulmuştu. Bu sosyal fantazmaya göre tüm sembol ve anlatılarıyla Batı yaşam biçimini temsil edenler seçkin olarak kabul edilmekte, geleneklerini yaşayanlar ise alt tabakayı oluşturmaktaydı. Yeni Türkiye bu hiyerarşinin yıkılması demektir. Bu nedenle nefret, şahsında ‘Yeni Türkiye’yi somutlaştıran Erdoğan’da yoğunlaşmıştır.
CHP’de toplananların sorunu hayatlarına müdahale endişesi değildir. Onlar azınlık bir grup olduklarını bile kabul etmiyorlar. Kendilerini bilimsel açıdan (!) çoğunluk sayıyor ve ülkenin gerçek sahibi görüyorlar. Nefret söylemlerinin anlamı Batı’nın Doğu’nun üstünde yer aldığı değerler hiyerarşisinin yani statükonun korunmasından ibarettir. Hiçbir programları olmaması da bundandır
Tomasella’ya göre nefret çok etkili bir politik silahtır. İtirazsız bir hüküm vermedir, etiketlemedir. ‘Senin kim olduğunu biliyorum, peş para etmezsin’ demektir. Nefret söylemi öldürür. Nefret aslında söylemi olmayanların sözde söylemi, gerçekte ise yıkıcı bir eylemdir.
Amerikalı filozof Christopher Lasch ‘Seçkinlerin İsyanı ve Demokrasi İhaneti’ adlı eserinde günümüz seçkinlerinin toplumdan koptuklarını, liberal önyargılarla demokrasi düşmanı haline geldiklerini ve narsist bir ideolojiyle topluma isyan ettiklerini açıklar. Lasch, faşizmin alt tabakalardan kaynaklandığını öne süren İspanyol filozof Ortega y Gasset’ i bu saptamanın 1930’larda kaldığı gerekçesiyle eleştirir.
Günümüzde faşizm tehlikesi kitlelerden ve değerlerden değil seçkinlerden gelmektedir. Lasch ‘Narsist Kültür’ adlı kitabında hiçbir değer yargısına sahip olmayan seçkinlerin kendilerini özgür bireyler olarak nitelendirseler de aslında birbirinden farkları olmayanlardan meydana gelmiş bir güruh olduğunu vurgular. ‘Anonim ve biri diğeriyle değişebilirlerden oluşan bir topluluk, her biri sadece cinsel organına indirgenmiş, birine veya bir şeye sahip olmayı hak zannederken aslında kendileri eşya haline gelmiş insan yığını... Özel alanı ve bireyselliği savunan ve yüceleştiren kapitalizmin insanlığı inkarının sonucu.’
Yakın geçmişte tanık olduğumuz nefret ruhu yukarıdaki satırlarda çok güzel ifade ediliyor. Günümüz Türkiye’sinde ise kendini hâlâ seçkin sananları nefret girdabından kurtaracak bir muhalefet aranıyor.