Halkın oyuyla seçilen ilk Cumhurbaşkanımız Erdoğan yeni bir dönemin kapısını açtı. Vesayet döneminin tarihe karışması Türkiye’nin dünyadaki duruşunu da değiştiriyor.
Eski Türkiye’de içerideki demokrasi noksanlığı dışarıda sırt dayayacak bir ‘ağabey’ bulma gereğini getirmekteydi. En azından 1946’dan beri Türkiye’de vesayet denilince anlaşılması gereken bir cins sömürge valiliğiydi. Oligarşik devlet Müslümanlara, Kürtlere, Alevilere, azınlıklara kısacası tüm topluma karşı olduğu için sırtını dış odaklara dayamıştı.
Tepeden inme reformlardan askeri darbelere ve son dönemdeki paralel kumpaslara kadar tüm vesayet faaliyeti kapitalizm merkezleri adına Türkiye’ye biçim vermek, elini kolunu bağlamak, sözde ehlileştirmek çabasıydı.
Bir devi yok etmek, olmazsa elini kolunu bağlamak istediler. Bir dönem bu uygarlığı hasta adam sandılar, bir dönem ‘bizim küçük, silik kopyamız ol’ dediler, yardım ve döviz dilendirdiler, kapılarda beklettiler. Bölüp parçalamak, halkını birbirine düşman etmek istediler. Öyle bir dönem oldu ki, kendi adamlarına ‘Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir’ dedirttiler.
Politik vesayet kapitalizm merkezlerinin her dediğine ‘evet’ diyen, ‘yurtta oligarşiyle sulh, Ortadoğu’da İsrail’le sulh’ politikası izleyen bir Türkiye istiyordu.
Ekonomik vesayet, faize dayanan bir sistem istiyordu. Merkez ülkeler tarafından ülkenin alınterinin soyulduğu bir emme-basma tulumba ekonomisi istiyordu. Bu amaçla milli irade dışında bırakılmış bağımsız, daha doğrusu lobilere bağlanmış kurullar istiyordu. Kültürel vesayet ülke aydınlarının halkın kültüründen, geçmişinden, inançlarından nefret etmesini, insanların aidiyet ve dayanışma duygularından arınıp, topluma bir ticari meta gibi dahil olmasını istiyordu.
İşte bu nedenlerle vesayete karşı mücadele, ülkenin bağımsızlık mücadelesine dönüştü. Pazar günü Pensilvanya’nın adamı Ekmel’e oy vermemek için sandığa gitmeyenler de bu bağımsızlık mücadelesine katılmış sayılabilirler. Ancak, uluslararası kapitalizmin merkezleri ülkemizin bağımsızlığına karşı topyekûn mücadeleyi sürdürüyorlar. Bu mücadelede kendi has ideolojileri ve yıkıcı güçleri olan neo-liberalizmin etkisi altındaki kadro ve cemaatleri ülkemize karşı kullanıyorlar. Yeni Türkiye’de bu güçler İslami cemaat görüntüsü altında bile iktidara ortak olamayacak, bulundukları mevzileri de yitireceklerdir.
Türkiye’ye Batı kapitalizminin geçmişte zorla yerleştirilmek istediği sistem asla demokrasi olmamıştır. Onların kurumları ve medyasının Türkiye’de insan hak ve özgürlüklerini savundukları iddiası büyük bir yalandır. Tek dertleri ülkemizin onların dümen suyunda gitmesidir. Kendi ülkelerine baksınlar: ABD’de halk sandığa bile gitmez, seçimler de zaten iki derecelidir, partilerin programları arasında fark da yoktur ve siyasetçiler lobilerin ve sermayenin elinde tutsaktır. Halk kültür endüstrisi ve değişik bağımlılıklarla köleleştirilmiştir, biçimsel olarak var olan özgürlükleri kullanmayı düşünmez bile.
Piyasa diktatörlüğü olan liberalizm demokrasiyle asla bağdaşmaz.Liberalizmin egemen olduğu tek tip kültürde halkın sorgulayıcı tavrı yoktur. Oysa Müslüman bir ülke olan Türkiye’de canlı, olgun ve yaratıcı bir demokratik hayat bulunmaktadır. Hoşgörüsüzlüğün en aşırı biçimi kayıtsızlıktır, bu da Batı kültürünün vardığı yerdir.
Bir zamanlar Kürtlere ilgi gösteren Batılı sözde demokratlar barış süreci başlayınca neden ortadan yok olup, Newruz törenlerinde bile görünmemektedirler? Çünkü onlar için iyi Kürt elinde silahla çatışan Kürt ya da ölü Kürt’tür. Yeni Türkiye hem barış sürecine devam edecek, hem Alevilerin ve diğer azınlıkların sorunlarına eğilecek, sosyal Darvinci hayat tarzı dayatmasına son verecek, Avrupai hayat tarzındakilerin seçkin, geleneksel hayatı sürdürenlerin avam kabul edildiği zihniyeti yıkacaktır.
Artık ABD ve İngiltere dünyaya bir gelecek projesi sunamıyorlar. Gelecek başka yerde, Asya’da, Afrika’da, İslam dünyasında ve de Türkiye’dedir. O nedenle diyoruz ki: Artık umut Ankara.