Son seçim haftasına girdik ve gördüğünüz gibi her şey tüm çıplaklığı ile açığa çıktı. Bir önceki yüzyıldan kalma küresel kirli sermayenin elindeki ana akım medya, Türkiye seçiminden beklentisini çok açık olarak ortaya döktü.
Mesela The Economist, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ve başkanlık sistemini hedef alarak; “Türkiye’nin bir De Gaulle’e ihtiyacı yok” dedikten sonra, Erdoğan’ın potansiyel bir “Putin problemi” olduğunu bile söyledi.
Bunun dışında, tabii ki Economist’in bir diğer hedefi de, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomik vizyonu ve bu vizyon kapsamında öteden beri söyledikleri idi. Dikkat ederseniz, HDP’den CHP’ye kadar bütün “iç” muhalefet bu seçimi, var olan statükoyu korumak doğrultusunda bir seçim olarak görüyorlar.
Demirtaş’ın “Erdoğan’a yönelik “seni başkan yaptırmayacağız” söylemi bu siyasi hedefin formülasyonudur. Demek ki, The Economist’in, şimdi söylediğini, HDP ve CHP başından beri söylüyormuş. Bu, çok açık olarak her iki partiyi de kimlerin, ne için desteklediğini bize gösteriyor. Hatta, tam şu aşamada, şu da artık açığa çıkmıştır: Ne yazık ki, Türkiye’de bu ülkenin iç dinamiklerine dayanan demokratik bir muhalefet yoktur ve “muhalefetin” patronu 20. yüzyıldan kalma gerici sermayedir. Şimdi bu küresel kirliliğin Türkiye’de hatta Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde neye-nelere karşı çıktığına bakalım.
Neden ve neye saldırıyorlar?
Öncelikle, içinde bulunduğumuz yüzyıla girerken, başta Güney Kore olmak üzere, bazı Asya ülkelerinin ve Çin’in yapmakta olduklarını şimdi Türkiye’nin de yapmaya başlaması bunların ödünü kopartıyor. Türkiye’de kalıcı bir toplumsal barışın tesis edilerek, bilgi toplumuna geçişin sağlanması, hiç şüphesiz yeni bir medeniyet demektir. Bu, aynı zamanda, Yeniden Doğu, (yani Re-Orient) anlamına gelir. Bunun bir diğer anlamı da, bir önceki yazıda bahsettiğimiz yoksulluğa sistemik bir çözüm bulmak ve yeni adil bir sistemin adımlarını atmaya başlamak demektir.
Geçen hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan TRT canlı yayınında, Ziraat Bankası’ndan sonra Vakıfbank’ın da kuracağı katılım bankasına değindi. Bu katılım bankasının sahibinin Vakıflar Genel Müdürlüğü olacağını vurgulayan Cumhurbaşkanı, bu sayede Türkiye’de vakıf anlayışının ve ekonomisin yeniden canlanacağını da söyledi. İşte yalnız bu anlayış bile, sistemin sınırlarını da zorlayan, yoksulluk sorununa kesin çözüm getirecek bir adımı bize anlatır.
Piyasa ve Kamu: Medine Ekonomisi, Şeyhülislam Ebussuud’un pazarı
Türkiye, tam şimdilerde yeni bir kamusal-devlet anlamında değil, sivil anlamda- ekonomiyi bütün dünyaya örnek oluşturacak şekilde geliştirmelidir. Eğer ki, gerçek anlamda bir piyasa ekonomisi istiyorsanız, onu gidip devlet kapitalizminin mabedi olan Londra’da, Wall-Street’te ya da Frankfurt’ta aramayın; buralarda ne piyasa vardır, ne rekabet ne de manipülasyon olmadan doğru dürüst işleyen bir arz-talep yasası…
Bakın adil bir piyasa ve ekonomi nerede biliyor musuz; Kanuni’nin vakıflarında, Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin “pazarı” düzenleyen fetvalarında ama daha önce Hz. Muhammed’in Medine Ekonomisi’nde… Bütün bu birikim, insanlığın bütün dönemlerine şamil olacak, tekelleşmeyen özel mülkiyete dayalı, adil bir alışverişi-piyasayı- ve bütün bunların önünü açan-düzenleyen, regüle eden- kamusal şemsiyeyi vaz eder.
İşte bundan dolayıdır ki, Kanuni’nin vakıf duası ve bedduası vardır.
Der ki, “kim ki, vakıflarımı eksiltirse, bozarsa, başka bir hale getirirse, ihmal ederse, işlemez hale getirirse, haramı üstlenmiş olur”.
Her kimse ki; vakıflarımın bekasına özen ve gelirlerinin artırılmasına özen gösterirse, bağışlayıcı olan Allah-u Teala’nın huzurunda ameli güzel ve makbul olup, mükafatı sayılamayacak kadar çok olsun, dünya üzüntülerinden korunsun ve muhafaza edilsin…”
Eskiden gelen yeni bir yol: Vakıf Ekonomisi
Vakıfbank’ı 1954 yılında Menderes kurmuştur ama bu müessese ta Kanuni’den beri gelir; hatta vakıf anlayışı, Hz. Muhammed’in Medine Ekonomisi ‘ne kadar uzanır ve bu anlayış, en çok insanlığın bugün ihtiyaç duyduğu yeni bir ekonominin uygulanabilir ilk çıkışı ve anlatısıdır.
Örneğin vakıf müessesesi ve ekonomisi bu anlamda önemlidir. İslam dünyasında ve daha özel olarak Osmanlı topraklarında, yoksulluğu ortadan kaldırmayı amaçlayan ve ekonomiyi düzenleyen en önemli kurum vakıflardı. Çünkü beşeri sermayenin en önemli unsurları olan sağlık ve eğitime yönelik harcamaların büyük bir kısmı vakıflar tarafından sağlanmaktaydı. 1546 yılında yalnız İstanbul’da 2.515 vakıf bulunuyordu. Murat Çizakça bu ekonomiyi şöyle anlatır: “Gerçekten de, vakıflar sayesindedir ki güçlü devlet tarafından mülkiyet haklarının çiğnenmesi engellenmiş; İslam medeniyetinin zengin mimari mirası finanse edilip yüzyıllarca korunabilmiş; mahalleler maddî bunalıma düşen bir devlet tarafından bindirilen ağır vergi yükünü kaldırabilmiş; arazilerin İslam hukuku gereği aşırı parçalanması önlenebilmiş; yaşlılık ve maluliyet maaşları verilebilmiş; bir kurum olarak sigortanın bilinmediği bir çağda, lonca ya da mahalle üyeleri için ilkel de olsa bir sigorta güvencesi sağlanmış; köprüler, yollar, limanlar, deniz fenerleri, kütüphaneler, sarnıçlar, su bentleri, çeşmeler ve kaldırımlar inşa edilip, korunabilmiş; kısacası savunma hariç medeni bir toplumda olması beklenilen tüm hizmetler bu sistem sayesinde finanse edilmiş, örgütlenmiş, inşa edilmiş ve korunmuştur.” Ancak vakıf müessesi ve ekonomisi, ‘Modern’ Türkiye’de tabii Batı’nın da etkisiyle, yerle bir edilmiş, yağmalanmıştır. Bu da ayrı ama çok acı bir hikâyedir. Ama vakıf ekonomisini ve anlayışını da yeniden, günün koşullarına uygun olarak, inşa etmeliyiz. Bu, aynı zamanda, dünya için de yeni bir yoldur.
İşte bu yeni yol, Vakıf Ekonomisi gibi örneklerle, ortaya çıktıkça, Cumhurbaşkanı Erdoğan’da bunları, her fırsatta dillendirdikçe, küresel finans kalpazanlarının ve onların finanse ettiği savaşa dayalı sanayinin, 7 Haziran seçimleri korkulu rüyası oluyor. Ama şurada kaç gün kaldı, korkunun ecele faydası yok.