Yakın zamana kadar Türkiye’de askeri darbe tartışması yapılınca buna Genelkurmaydan bir cevap gelecek ve o cevapta ordunun meşru konumu savunulacak denilse, buna inanan çıkar mıydı? Tartışma, ordu içinde paralel yapının elemanlarının bir darbe yapacak sayıda ve konumda olup olmadığından çıkmıştı.
Aslında darbe neden yapılır, darbeyi kim ister diye sormak problemi anlamak bakımından daha faydalı olabilir, fakat meselenin tarihsel/ toplumsal formasyonla ilgili boyutunu vurgulamak bakımından soruyu ‘dönem’ ekseninde tartışmak daha doğru olacaktır. Bugüne kadar darbe yapmanın siyasal/ ahlaki bir suç, darbeleri savunmanın utanılacak bir durum olduğunu birçok kimseye anlatmakta zorluk çekildiğini hatırlayınca konunun zamanla ilgili boyutu daha iyi görülebilir.
Kimler darbe yapar?
Unutmayalım ki bu ülkede nesiller boyu 31 Mart Olayı ‘askeri darbeye karşı ortaya çıkan sivil bir hareket’ olarak değil ‘gerici bir ayaklanma’ olarak okutulmuş, anlatılmıştır. Üstelik bu ayaklanmaya karşı yeni bir darbenin yapılması devrim diye olumlanmıştır. Bu yaklaşımın uzantısını 27 Mayıs darbesi sonrasında görmek şaşırtıcı olmamıştır. Daha yakın zamanlara kadar ‘27 Mayıs devriminin ordu ve gençliğin birlikte gerçekleştirdikleri bir zafer’ olduğundan bahsedilmesi neredeyse gelenek haline gelmişti.
‘27 Mayıs devriminin armağanı olan 61 Anayasası’nın nasıl demokratik ileri bir anayasa olduğu’ övgülere mazhar olurdu. Bunları yazıp söyleyenler, bu darbenin Türkiye’nin sadece ilk seçilmiş Başbakanını katletmekle kalmadığını, aynı zamanda ilk demokrasi tecrübesini kanla kesintiye uğrattığını fark etmeyecek ve 27 Mayıs Anayasası’nın bürokratik otoriter yönetimden, militarist otoriter rejime geçişin, böyle bir rejimin çerçevesi olduğunu da görmeyecek durumdaydılar.
“Çünkü meseleye ‘egemen ideoloji’ içinden bakınca bu ‘ayıplı durumun’ içinde olanların kendi konumlarını görmesi imkânsız olmaktadır. Bu ideolojiye göre halk cahil ve gericidir, devlet onlara bırakılamaz, kazara (demokrasi yoluyla) devlete nüfuz ederlerse, bu durumda onları uzaklaştırmak üzere yapılan darbeler devrimdir. Bu darbeler devleti yine gerçek sahiplerine yani siyasal elitlere vermek üzere yapıldıkları için de ayrıca kutsaldırlar.”
Karanlık bir dönemin sonu
Bu ideolojinin basit mantığı darbeleri savunurken aslında bir zümrenin iktidarını meşrulaştırmak, onun iktidarına ortak tanımamak ve bu durumu haklılaştırıcı bir işlev yapmaktan öteye geçmemektedir.
Türkiye’de darbeciliğin tarihsel şartlarını oluşturan temel zemin, zihniyet dünyasıdır ve bu zihniyetin temelleri ise belli bir devlet-toplum ilişkisine dayanmaktadır. Devleti, toplum karşısında bir özne olarak gören bu anlayış, toplumu müdahale edilecek bir alan olarak kabul edince buradan iki netice çıkacaktır. Birincisi; bu müdahaleyi yapacak siyasal kadronun konumu meşrulaşacak; İkincisi ise toplumdan gelebilecek talepler yok sayılacak veya gericilik diye bastırılacaktır.
“Bu zihniyetin yaşadığı siyasal geleneği bilen uluslararası merkezler, Türkiye’yi istedikleri tarafa yönlendirmekte zorlandıklarında, Türk halkının çıkarlarıyla çelişkiye düştüklerinde, demokratik süreçlere müdahale ederek ‘militer unsurları’ darbe yapmaya yönlendirmişlerdir. Açıktır ki; demokrasi halkın taleplerinin, tercihlerinin, çıkarlarının siyasete yansımasıyken; darbeciler kendi halklarına rağmen uluslararası düzende egemen olan dünya sisteminin taleplerini karşılayarak var olabilirler.”
Bugün darbeler döneminin kapandığını söylerken, devlet-toplum ilişkilerinde bir zihinsel dönüşüm yaşanmasına vurgu yapmak istiyorum. Ordunun devlet içinde meşru konumunu savunmasını da bu değişimin bir parçası olarak okumak gerekir. Dışarıda darbe heveslileri hâlâ olsa da, Türkiye’nin yaşadığı toplumsal değişmelerin ürettiği sivilleşme, demokratikleşme süreçlerinin bunun aşacak bir düzeye ulaştığı bir hakikattir.