Bazı toplumsal kesimlerin şikâyetlerinin azalmış olmamasının, yeni anayasaya yönelik taleplerin azalması anlamına gelmediğini geçen yazıda ifade etmiştim.
Olumsuzluk üzerinden hayatı tanımlama imkanı yok. Anayasayı da bunun üzerinden anlama ve inşa etme imkanı yoktur.
Şöyle açalım. Anayasa hiç kimsenin özgürlüklerine müdahale edilmemesi anlamına gelir dersek, doğru bir tanımlama yapmış olmayız.
Herkes doğal bir ortamda da özgürce yaşayabilir. Kimse özgürlüğüne müdahale etmez. İstediğini yapmada, istemediğini de yapmamada özgür olabiliriz. Bize acı veren hiçbir şey yok. Mutluyuz vs. Bu özgürlük veya mutluluk kavramlarının tanımıyla ilgilidir.
Ama ihtiyaçlarımızı karşılamak, uyuşmazlıklarımıza çözüm için başvuracağımız bir merci yok. Sosyal yardım veya sağlık için çalacak bir kapımız yok.
Demek ki özgürlük ihlallerinin olmaması tek başına anayasa ile ilgili bir durum değil.
Devam edelim.
50’li veya 60’lı yıllarda aylarca, hatta yıllarca herhangi bir devlet otoritesinin uğramadığı ama toplumun kendi içinde, ak saçlılar eliyle uyuşmazlıklarını çözdüğü, tarım ve hayvancılık faaliyetlerini düzenlediği otarşik, yani kendi kendine yeten bir düzen içinde yaşadığı köyler olurdu. Burada şikâyetler azdı. Beklentiler de azdı. Gerisi “kader” idi.
Lakin buradaki kurulu düzene herhalde anayasal düzen diyemeyiz. Siyasallaşmamış toplumlarda da bir düzen vardır. Ancak bu düzene rağmen orada bir devletin varlığından söz edemeyiz.
Eğer tek mesele özgür olmak ise ve toplum olmadan doğada var olunabiliyorsa, otoriteye ihtiyaç yok. Yine tek mesele otarşik bir yapıda, düşük beklentiler ile siyasallaşmamış bir toplumda ilkel bir düzen içinde yaşamak ise, orada da devlete ihtiyaç yok. Eğer tüm dünya böyle ise ve siyasallaşmış başka toplumlar bir tehdit oluşturmuyorsa mesele yok. Diğer bir ifadeyle antik dönem filozoflarından Sinoplu Diogenes’in Büyük İskender’e “gölge etme, başka ihsan istemem” demesi gibi denebiliyorsa sorun yok. Diogenes’in bir fıçı içinde yaşadığını da unutmayalım.
Ne ki ne insan tek başına yaşayabiliyor. Ne de bugünün dünyasında siyasallaşmamış modern öncesi topluluklar biçiminde yaşama imkânı var.
Toplum olarak bir arada yaşıyorsak, birey olarak beklentilerimizi ancak bir toplum içinde karşılayabiliyorsak, bunun da ötesinde özgürlüklerimizi gerçekleştirebilmek için kurulu bir düzene ihtiyaç duyuyorsak, anayasa ile ilgili tartışmalarımızı “acıların yokluğu” veya “özgürlüğe müdahale edilmemesi” ekseninde sürdüremeyiz.
Anayasa siyasal bir düzendir. İşbölümünü tamamlamış, karmaşıklaşmış, modernleşmiş, her sektörde dünya ile yarışan, nüfusu seksen milyona yaklaşan bir Türkiye’de anayasa tartışmasını, eski anayasal düzenin yol açtığı kimlik sorunları, asimilasyon ve inkâr, din ve inanç özgürlüğüne yönelik engellemeler üzerinden yürütürsek, hastalıktan kurtulmak için kullanmak zorunda olduğumuz ilaç ile hayatın kendisini karıştırmış oluruz. Anayasa yaptık diye ömür boyu ilaç almak zorunda bırakabiliriz kendimizi.
Bunu mantık ile izah etmemiz mümkün değildir.
Türkiye’nin hastalıklardan kurtulması gerekir. Hayatı normalleştirmek, on yıllardır antidemokratik bir siyasal yapının pratikleri nedeniyle yaşadığımız sorunların çözümlemek şart. Fakat bu anayasayı tanımlamaz, yalnızca bir anayasanın yapılabilmesi için gerekli vasatı sağlar.
Zira anayasa siyasal hayatı düzenler. Bu düzen sayesinde özgürlükler hayat bulur. İhtiyaçlar karşılanır. Dolayısıyla anayasaya vücut verecek şey, hastalıklar değil, normalleşmiş bir toplumun rasyonel ihtiyaçları ve gelecek beklentileri olabilir. Hastalıklar ve travmalar üzerinden anayasayı tanımlamak, hastalıkları veya travmaları süreklileştirmekten başka bir işe yaramaz.
Yeni anayasayı nasıl yaşamak istiyoruz sorusu üzerinden akdedeceğimiz bir toplum sözleşmesi üzerine kurmamız gerek.
Buna yönelik ihtiyaç var mı? Bir sonraki yazıya...