Ta baştan beri insanlığın kadim sorunlarından birisidir ‘özgürlük’.
İnsanlığın başının tatlı/püsküllü belasıdır…
Batı Aydınlanmacılığı önce ferdi toplumdan/çevreden/tabiattan ayırarak insanlığın boynuna ‘birey’ madalyonunu taktı.
Boynunda sallanan bu madalyonu (sanki) tılsımlıymış gibi gören birey, kendinden başka herkesten/her şeyden uzaklaştı, yabancılaştı, düşmanlaştı; başarının, mutluluğun ve hazzın peşine düştü.
Ve sonra bütün bu yaptıklarına özgürlüğü illet kıldı.
Bu kez özgürlüğüne taptı, tapıncı arttıkça yalnızlaştı, giderek ontolojik bir yalnızlığın içine düştü.
Oysa biz/insanlık “geceleri namaz”a durduğumuz kadar; yani kendimizle halleşip -özeleştiri değil-; tefekkür, tedebbür, tasavvurda bulunduğumuz, kendimizi önemsediğimiz kadar…
(Tefekkür, tedebbür, tasavvur; üç kelimede genel anlamıyla ‘düşünmek’ anlamındadır. Ancak; tefekkür daha çok geçmişimize dair; neyi tam neyi eksik, neyi iyi neyi kötü, neyi doğru neyi yanlış, neyi güzel neyi çirkin… yaptığımıza dair kendimizi hesaba çekme ameliyesidir. Tedebbür; tefekkür sonucu meydana gelen hasıla üzerinden bir daha eksik, yanlış, kötü, çirkin vs. iş yapmamak için tedbir almaktır ve şimdiye aittir. Tasavvur ise; tefekkür ve tedebbür sonucu ulaştığımız bilgi ve bilinç ile gelecek hakkında çıkarımlarda bulunmaktır.)
“Sabahları ezan” okuyan; yani insanların arasına karışmak isteyen, kendisiyle diğer insanları aynı hizaya yazan, tabiata seslenen ve saygı gösteren ve ‘anlaşmak’ için elini uzatan olmalıyız.
Ancak o zaman “özgür” olabilir ama “yalnız” kalmayız.
Not: Metindeki tırnak(“) içleri üstat Sezai Karakoç’un ‘Hızırla Kırk Saat/14’ isimli şiirinden alınmıştır.