Baudelaire, ‘Yaşam bir hapishanedir. Hastalar sürekli yattıkları yeri değiştirme saplantısı içindedir. Bir hasta kaloriferin yanında acı çekerse, cam kenarına geçince her şeyin daha iyi olacağını düşünür’ diyor. Bu cümlenin bizim kültürümüzdeki tercümesi ‘tebdil-i mekanda ferahlık vardır...’
Gerçekten de mekan değiştirmek, seyahat etmek, öğreticiliği yanında gündelik rutinlerden sıyrılarak ferahlama eylemidir. Yolculuk kadar insanı yeni düşüncelere yaklaştıran başka bir eylem yoktur. Yeni şeyler görmek ve öğrenmek, başka hayatlardan kesitlere şahitlik etmek zihni harekete geçirir. Arabayla hızla geçilen bir kasabada, balkonuna çamaşır asan kadının bir anlık hayat kesiti dahi, bir kasaba yaşamına dair binbir çeşit senaryoyu dizer insanın zihnine. İnsanın kendi varlığı, evrende kapladığı alana dair düşünme vesileleri sunar.
Öte yandan seyahat yeni sosyolojik rastlaşmalara imkan verir; Demiryolu ve buharlı gemilerin yaygınlaşıp, seyahat imkanlarının arttığı 19.yy’a kadar bireyler, başka insanlarla özdeşlik kurma güdüsünü aynı toplumda yaşama bilincinden alırken, sonrasında yeni özdeşim kriterleri geliştirmişlerdir.
Seyahat vesilesiyle, farklı kültürlerle karşılaşma tutumu, medeniyetlerin bakış açısına göre de anlam kazanır. Batı medeniyetinde seyahat bilinci, oryantalist saiklerle daha çok ‘öteki’ni görmek, teşhis etmek duygusu üzerine kurulmuşken, İslam medeniyetinde motivasyon daha farklıdır. İslam medeniyeti tarihçileri, ortaçağda Müslümanları seyahate çıkmak için motive eden temel duygunun, farklı coğrafyalardaki ‘aynilik’leri tespit etme dürtüsü olduğunu ifade ederler. Zira Ortaçağ’da Müslüman seyyahları harekete geçiren şey, Peygamber’in sözlerini derleyip toplama, farklı coğrafyalardaki sünnet uygulamaları etrafında bir araya gelme bilincidir. Maceradan çok birliktelikler inşa etme amacına matuf bir arayıştır. Bu nedenle, İslam coğrafyasında ‘rıhle’ geleneği bu nüve çerçevesinde ilim arayışı şeklinde biçimlenmiştir. Bu arayışın muhatabı ise, âlimler olmuştur. Zira İslam medeniyetinde en kıymetli bilgi, icazetle elde edilmiş ve bir âlim silsilesinden ulaşan bilgidir. Bu yönüyle seyahat, Ortaçağ’da bir âlim uğraşısıdır. (Bkz. Houari Touati, Ortaçağda İslam ve Seyahat: Bir Âlim Uğraşının Tarihi ve Antropolojisi, YKY)
Fakat kuşkusuz seyahat sadece fiziksel mekanlarda gerçekleştirilen bir hareketlilik değildir. Simurg hikayesi, bize aslolanın insanın kendi içinde yaptığı yolculuk olduğunu hatırlatır. Bilindiği üzere kuşların hükümdarı olan Simurg, Kaf Dağı’nın ötesinde bilgi ağacının dallarında yaşar. Kuşlar, hükümdarlarıyla buluşmak üzere toplanıp bir yolculuğa çıkarlar. Bunun için, yedi vadi aşmak durumundadırlar. Kuşların büyük bir kısmı, nefsani arzular, ölüm korkusu, kibir, ümitsizlik gibi çeşitli sebeplerle yarı yolda kalır. İstek, Aşk, Marifet, İstiğna, Tevhid, Hayret ve Yokluk Vadileri’nde sınavı kaybederler. Ve yalnızca 30 kuş hedefe ulaşır. Simurg’la karşılaşmayı beklerken karşılarında yine kendilerini görürler. Aslında kuşlar Simurg, Simurg da kuşlardır. Yani Simurg (30 kuş) bir aynadır. Dolayısıyla gerçek seyahat, insanın kendi iç dünyasına yaptığı seyahattir ve kendisini burada inşa eder. Yeter ki vesileleri, sembolleri okuyup anlamlandırmayı bilsin...