En varoluşsal meseleler, medyanın içi boşaltılmış klişeleri üzerinden tartışılıyor ve bu nedenle çözüm gittikçe zorlaşıyor. Kadın meselesi de böyle değil mi? 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle belli kalıplara sıkıştırılmış bir gündemle kadın meselesi ele alındı dünyanın dört bir yanında.
‘Fırsat eşitliği’, ‘kadın-erkek eşitliği’, ‘kadın hakları’ gibi, arkasında kültürel, tarihi pek çok bagaj yükü olan olgular üzerinden, derinliği yok edilmiş bir terminoloji içinde varoluşsal uzamları göz ardı edilerek konuşuldu mevzu günlerce.
Oysa mesele ne sadece kadınla, ne sadece cinsiyetle ilgili. Mesele büyük ölçüde güç ve insan merkezli. Sözgelimi, feminist söylem içinde, tarihin hep erkek faaliyetleri üzerinden yazıldığı ve tarihte kadının olmadığı eleştirisi yapılır. Oysa tarih güçlü ve gücü elinde bulunduranların hâkim olduğu bir egemenlik alanı. Tarihi yapanlar ve yazanlar tek bir cinsiyetten çok gücü elinde bulunduranlar. Sadece kadın değil, çocuk, halklar, siyahlar, ötelenmiş tüm kimlikler tarihin dışında bırakıldı. Öte yandan gücü ele geçirmiş kadınların da nice savaşın karar vericisi olduğu, hemcinslerinin hakkını ihlal etmiş olduğu, tarihin bize sunduğu örnekler içinde fazlasıyla var.
Bu durumda esas mesele cinsiyetten ziyade güç ile ilgili. Bu nedenle çözüm de güç kullanımı sırasında bize hangi ahlaki ilkenin pusula olacağıyla irtibatlı.
Bu tür mevzuları tartışırken, zihni tüm medyatik kalıp ve klişelerden arındırarak, ele aldığımız konuyu varoluşsal bir zeminde tartışmak en sağlıklısı.
İnsan ilişkilerine adaletin hâkim olması ilkesini akılda tutarak kadının her şeyden önce insan olduğu farkındalığını kaybetmediğimiz müddetçe aslında sorunu da büyük ölçüde minimize etmiş oluyoruz. İnsana hak ettiği değeri verdiğimiz, insanlık onurunu muhafaza ettiğimizde zaten mesele bir cinsiyet meselesi olmaktan çıkıyor.
Varoluşumuzu anlamlandırırken başvurduğumuz temel referans kaynaklarından birisi olan din de bunu teyit etmiyor mu? İkmal edilmiş, ideal prensipleri vazetmiş bir din olan İslam, insan olarak tavsif ettiği bir varlığı, kadını, insanlık değerleriyle ters düşen bir konuma indirgeyebilir mi?
Hitabını genel olarak insan üzerine kurmuş bir dinin insanlığın yarısını oluşturan kadın cinsine, onu ezen, küçük düşüren bir muameleye tabi tutması düşünülebilir mi?
Kadın sorunları çerçevesindeki tüm problemler geleneğin ya da kültürün bize dayattığı yanlış ve sorunlu algılar. Erkek egemen kültürün dayatmaları.
Haşin tabiat şartlarının erkeğin fiziksel gücünü tahkim ettiği insanlık tecrübesi içinde pusulasını kaybeden insan, temel hak ve hürriyetlerde de adaletli davranmak yerine, gücü kadının aleyhine kullanarak tüm hak ve özgürlük tanımlarını erkek lehine yapmış.
Bugün erkeğin fiziksel gücünü kullanacağı alanların azalması bir erkek sorunu da ortaya çıkarırken, kadınıyla, erkeğiyle insan ilişkilerini belirleyen hayati ilkeyi yeniden tanımlamak gerekiyor ki, o da adaletten başka bir ölçü olamaz.
Kadın meselesini erkekten bağımsız bir mevzu olarak ele alamayacağımıza göre, sorunun gerçekte insan merkezli bir husus olduğunu da kabul etmemiz gerekiyor.