Tek perdeden müzik olmaz. Ama parmaklarınızı perdeler arasında rastgele gezdirdiğinizde de müzik olmaz. Yani ki, teknik tabirle söyleyecek olursak, çeşitlilik gerek şarttır ama yeter şart değildir.
Sesler nasıl dizilirse bir şarkı olur, nasıl dizilirse olmaz? Bu işin muhtelif kuralları var ve besteci de bu kuralları bilir. Hangi malzemenin hangi oranlarda bir araya getirilmesiyle lezzetli bir yemek çıkacağını bilen bir aşçı gibi... (Unutmayalım, siz her aşçının her yemeğini sevmediğiniz gibi, her bestecinin her bestesine de aşık olmazsınız.)
- - -
Türkiye'de, 'ben bu müziği dinlemem' ile 'bu müzik dinlenmemeli' arasında çok alçak bir eşik var. Hemen hepimizin kolayca aşabileceği kadar alçak... Mesela -daha önce de değinmiştim- Gencebay sahneye çıktığında, kudretin sahipleri, 'ben bunu dinlemem' konağında hemen hiç oyalanmadılar. Derhal 'bu dinlenmemeli' konağına atladılar.
Kimlerdi onlar? Çok yıllar önce Ada vapurunda Ravel dinleterek ahaliyi terbiye etmeye soyunmuş olanlara muhalefet ederek iktidara gelmiş olanlardı. Doğru müziğin nasıl olması gerektiğini güya biliyorlardı. Fakat Gencebay'ın müziğinin geçmediği eleklerinden, mesela Şenay'ın veya Ali Rıza Binboğa'nın yaptığı şeyler geçebiliyordu.
- - -
'Ben dinlemem'den, 'dinlenmemeli'ye bu kadar küçük bir adımda geçebilmek tuhaf... Ama bence asıl mesele burada değil. Türkiye'de şimdi yığınla radyo istasyonu var ve her birinin 'bu istasyonda bunu dinleyemezsiniz' dediği bir yığın şarkı var. Dolayısıyla, herkes kendi normlarını dayattığı halde siz, bir dinleyici olarak, hiçbir dayatmaya maruz kalmamış oluyorsunuz. (Bu defa da birileri, 'her istasyonda her şey mubah olmalı' demeye başlıyor mesela. Saçmalık vites büyütmüş oluyor. Ama şimdilik bunu geçelim.)
Her birinin kendi normları olan bir yığın istasyon olabildiği sürece, demek ki, mesele yok. Ama her birinden biricik olan şeyler, TSK, MEB, YÖK, Diyanet İşleri ve saire gibi kurumlar böyle davrandığında, mesele var. TRT biricik iken böyle davranmasında nasıl mesele vardıysa...
- - -
Son derece sıradan şeylerden söz ettiğimin farkındayım. Ama tecrübeyle sabit ki, hepimizin bildiği bu gerçekler, neredeyse hiçbirimiz tarafından istihdam edilmiyorlar. Hepimiz onları zihnimizin kullanılması sakıncalı doğrular sandığında, ihtimamla muhafaza ediyoruz. Fenerbahçe küme düşürülecekse, Güneydoğu'dan yine çok sayıda tabut gelmişse, bir kadın kocası tarafından öldürülmüşse, bir çetenin azmettirdiğini hepimizin bildiği bir çocuğun davası neticelenmiş, kendisinden başka kimse kovuşturmaya bile uğramamışsa, bunların herhangi biri hakkında konuşmamız gerektiğinde, hiç yüzümüz kızarmadan, bildiklerimizi ihmal edebiliyoruz.
Birçok sebebi var böyle davranabiliyor olmamızın. Hepimizin pek iyi öğrenmiş olduğu birçok da tekniği var 'ben yapmam'dan 'yapılmamalı'ya zıplamayı meşrulaştırmanın. Biri, galiba diğerlerinden daha mühim. Hemen her meseleyi bir tür mühendislik problemine indirgeyiveriyoruz. Bir yığın laf salatası mümkün oluyor. Halbuki deyin bakalım, sevdiğiniz şarkıyı neden seviyorsunuz? Sevmediğinizi neden sevmiyorsunuz? Anlatabilir misiniz? Onu geçtim, herhangi bir şarkıyı anlatabilir misiniz? Hakkında konuşabilir misiniz?
Wittgenstein 'Hakkında konuşulamayan şeyler için sessiz kalmalı' demişti. Bence hakkında kolayca konuşulabilen şeyler için konuşmanın kıymeti yok.
- - -
Her besteci birtakım kurallara riayet eder. Ama kuralları bilmek besteci olmaya yetmez. Sevilen bir şarkı yazmaya hiç yetmez. Bir tekel kurabilir veya bütün istasyonları kontrol edecek kudreti biriktirebilirseniz, yazdığınız şarkıyı zorla dinletebilirsiniz, o kadar.
Siyaset de böyledir. Kuralları bilmekle Kürt meselesini çözemezsiniz mesela. Yüzde elli değil, doksan dokuz almış olsanız nafile. Türkiye'nin şehirlerini kurtaramaz, eğitim sistemini ayağa kaldıramazsınız. Bu tür işlerin hepsi siyaset gerektirir. Siyaset ise bir şarkı yazmak gibi bir şeydir, bir fabrikanın idaresi gibi bir şey değil.