Hoca saz çalmaya heveslenmiş. Sol elini bir perdeye sabitledikten sonra, mızrabı tellere vurmaya başlamış. Dinleyenler çekine çekine, 'Hoca' demişler, 'başkaları sol ellerini perdelerde gezdirip dururlar.' Hoca bilmiş bir edayla cevaplamış: 'Onlar benim bulduğum perdeyi arıyorlar.'
Devlet her konuda, alemin arayıp durduğu perdeleri bulmuştu. 1920'lerde bir devletin böyle davranmasında anlaşılmaz bir şey yok. Hele Türkiye gibi bir devletin... Yangından kurtarılmış bir devletti. Alemi medeniyetler arası bir yarış olarak algılıyor, kendisini yarışta çok geride kalmış görüyordu. Zaten yüz yıla yakın süre boyunca entelijansiyası neredeyse bütün perdelerde gezinmişti. Ama daha önemlisi, tez zamanda aradaki farkın kapanması da dahil her şeyin mümkün göründüğü bir düşünsel iklimde doğmuştu.
Dolayısıyla Kürtleri asimile etmek, İslam'ı millileştirmek, yeni bir dil imal etmek, sadık bir burjuvazi üretmek gibi şeyler sadece mümkün görünmekle kalmıyordu. Ayrıca kaçınılmaz idiler. Kendi seyrine bırakılsa tarih zaten tastamam bu işleri yapacaktı, ama acelemiz vardı. Kendimiz yapmalıydık.
- - -
1920'lerde böyle görünüyordu. Ve sadece bize böyle görünüyor değildi. Zamanın ruhu böyleydi. Dolayısıyla 1920'lerde yapılmış olan, bugün ayıp görünen şeyler, yapıldıkları dönemde hiç de şimdi göründüğü gibi görünmüyorlardı. Kimseye öyle görünmüyorlardı.
Mesele devletin 1920'lerde elini bir perdede sabitleyip tıngırdayıp durmuş olmasında değil. Mesele, bu süreçte herkesin, saz çalmayı devletten öğrenmiş olmasında. Gerçi herkes elini başka bir perdede sabitliyor. Kürtler başka, Aleviler başka, Gülen cemaati başka, darbe heveslileri başka bir perdeye kilitlenmiş durumdalar. Aralarında, hangi perdenin tercih edileceği hususunda uzlaşmaz bir ihtilaf var. Ama herkes kendi perdesinin herkes tarafından kabul edilmesi gerektiği konusunda mutabık.
Millet denen şeyin müzik yapma tarzı da bu olsa gerek. Herkes kendi perdesinden tıngırdamayı sürdürebileceği sürece, ortaya bir müzik çıkma ihtimali oluyor en azından. Kudret birilerinin elinde yoğunlaştığında, artık o da kalmıyor.
- - -
Sadece bir misal olarak, Çarşı'nın manifestosunu hatırlatayım. Şike gürültüsü ilk çıktığında, sap ile saman birbirine karışmıştı. Fenerbahçeliler hiç de Fenerbahçelilere yakışmayan bir tutumla, 'kaderimizse katlanırız' havalarına girdiler. Galatasaraylılar -eğer tenhalarında için için seviniyor idiyseler de- Fenerbahçelilerin canını nasıl yakacaklarını düşünmek yerine, 'yarışın içinde olsaydık, bizim başımız da derde girecekti' demekteydiler. Beşiktaşlıların kafaları karışıktı.
Sonra taşlar yerine oturdu. Fenerbahçeliler darağacında bile Fenerbahçe diyeceklerini beyan edip, özel maçta saha bastılar. Medyaya gözdağı verdiler. Galatasaraylılar Fenerbahçe'nin işlerine inceden taş koydular. Çarşı da Beşiktaşlılara yakışanı yapıp 'temizlenin de gelin' dedi. Ama bunu dedikleri manifestonun sonunda, ezeli rakiplerinin taraftarlarına 'siz de var mısınız aynı şeyi demeye' mealinde bir çıkışla meydan okudular.
Diğer takımların taraftarları neden Çarşı gibi olsunlar? Herkes farklı. Her kulüp, Türk sporunun farklı bir perdesi. Öyle oldukları için, hepsi bir arada olduğunda bir müzik üretilebiliyor. Her takımın taraftarı Çarşı'nın tercihlerini tercih etseydi, ortada müzik de olmazdı.
- - -
Tek perdeden müzik çıkmayacağını, tek renkle tablo yapılamayacağını, tek harfle yazı yazılamayacağını, tek sesle iletişim kurulamayacağını elbette biliyorsunuz. Ama iki noktanın arasındaki doğrunun tek olduğunu da biliyorsunuz. Aslında öyle değil, ama asıl mesele bu yanlış bilgiden kaynaklanmıyor. Mesele, toplumun, siyasetin, futbolun ve daha ne varsa hepsinin aslında birer matematik formülü, geometri problemi olmadığını, her birinin birer şarkı, birer hikaye olduğunu unutmaktan kaynaklanıyor. Endüstriyel politika mevcudiyetinin kaynağını, sizin bu mühendisçe tutumunuzdan alıyor.