Önceki gün, kallavi yürekli bir adamın ölüm yıldönümüydü. O adam Hüseyin Avni Ulaş’tı.
Ulaş, benim memleketimin, Erzurum’un milletvekiliydi. Milletin gerçek manada bir vekiliydi. 1887’de doğdu. 23 Şubat 1948’de vefat etti. 1 ay önce de Kazım Karabekir vefat etmişti.
Ulaş, son derece önemli ve bir o kadar değerli biri olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti yıllardır bu yiğit adamın adını anmadı. Son yıllarda Erzurum’da adına bir mahalle ve lise açıldı ama yapılan ancak bu kadar idi.
Oysa Erzurum’da heykel değil ama en azından bir büstü yapılabilirdi. Hatta Mehmet Altan, bu büst yaptırma işine el atmış ve bugün İstanbul milletvekili olan, dönemin Pendik Belediye Başkanı Erol Kaya aracılığıyla bu büstü yaptırmıştı.
Fakat bu büst Erzurum’a konulamadı, halen Altan’ın evinde duruyor.
Peki bu “adam” niye mühim ve niye kıymetli.. Çünkü Ulaş, bir vatanseverdi, entelektüeldi, cesurdu, yerliydi, vizyonerdi, demokrattı.
1919’da Samsun’da, Erzurum’da vardı. Milli Mücadele esnasında hep vardı.
O kadar ki Osmanlı’nın son Meclis-i Mebusan’ında milletvekili iken İngilizlerin 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgali üzerine bu Meclis nisan başında resmen kapatılınca 23 Nisan 1920’de kurulan yeni Meclis’e katılmıştı.
İşte bu yeni Büyük Millet Meclis’inde (O tarihte başında Türkiye ibaresi yoktu) tek adama verilen yetkilerin memleketi uçuruma götüreceğini haykıran bir adamdı.
“Ben devletin gücünden değil, en çok fitnesinden korkarım” der; bunu demekle kalmaz, “Her hareketin menbaı ve menşei hürriyettir” derdi.
Saltanata karşı olan ama Cumhuriyet’in tek başına bir anlam ifade etmediğini düşünen Ulaş, “Hürriyet’e istinat etmeyen Cumhuriyet, iğfalkardır” sözünü Meclis kürsüsünden Mustafa Kemal Paşa’ya söyleyebilecek kadar cesur bir adamdı.
Cesaretinin, ferasetinin, basiretinin ve haysiyetinin bariz göstergelerinden biri de İzmir suikastına karıştığı iddiasıyla yargılandığı İstiklal Mahkemesi’nde “Kel Ali” diye anılan Ali Çetinkaya’ya söylediği sözdür. (Bu arada Ali Çetinkaya, 60 darbesinin sivil ayaklarından Emin Paksüt’ün babası, halen Anayasa Mahkemesi üyesi olan Osman Paksüt’ün dedesidir.)
Ulaş, mahkemede beraat edince söz alır ve Mahkeme Başkanı Ali Çetinkaya’ya der ki: “Bugüne kadar namusumdan emindim ama şimdi namusumdan şüphe ediyorum.”
Çetinkaya “Niye?” der ve şu cevabı alır: “Günahsız ve namuslu tüm arkadaşlarımı astınız. Bende ne namussuzluk gördünüz ki beni bu şerefli ölümden esirgediniz?”
İşte Ulaş böyle bir adamdı. Kızı da haysiyet ve vakar sahibi idi ki bir başka haysiyetli ve vakur aydın Nurettin Topçu ile evlendi.
Nurettin Topçu, kayınpederinin üzerine yazdığı bir makalesinde diyor ki: “İnkılâbımızın gerçek tarihi, bu fikir şehitlerinin kefenine sarılmış, henüz toprağın altında gömülü duruyor. Onu çıkaracak neslin vicdanı elbette tir tir titreyecektir.”
İşte Cumhuriyet’in kurucu kadrosu, diğer yiğit adamları dışladığı gibi Hüseyin Avni Ulaş’ı da dışladı. Bardağı taşıran damla, Ali Şükrü Bey cinayeti oldu.
Önce kısa bir kronoloji: 1 Kasım 1922’de saltanat lağvedildi. 3 hafta sonra Lozan görüşmeleri başladı. Ocak 1923’te Zübeyde Hanım vefat etti. Vefattan 2 hafta sonra Mustafa Kemal Paşa ile Latife Hanım evlendi. 1 ay sonra, yani Şubat 1923’te Lozan’da görüşmelere ara verildi.
Mart 1923’te Meclis’in bir başka yiğit adamı Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey, Topal Osman Ağa tarafından katledildi. Birkaç gün sonra Topal Osman da katledildi.
Meclis’in önünde ayaklarından asıldı. Kafasından asılmadı, çünkü kafası koparılmıştı.
İşte Hüseyin Avni Ulaş, Ali Şükrü Bey’in katledilmesi üzerine şu muhteşem sözü haykırdı: “Ey Kabe-i Millet, sana da mı taarruz?”
Olan olmuştu ve Hüseyin Avni Ulaş siyasetten de memuriyetten de men edildi. Serbest Cumhuriyet Fırkası’ndan sonra kurulan ve genel başkanlığını, “yurdu demir ağlarla örmüş olan” Nuri Demirağ’ın yaptığı Milli Kalkınma Partisi’nin kurucusu oldu. 3 yıl sonra vefat etti.
Ulaş, memleketimin vekili olduğu için bu yazı yazılmadı; milletimin şahsiyetli vekillerinden biri olduğu için yazıldı. Ruhu şad olsun.