Kendi tarihiyle bu kadar sorunlu olan bir başka ülke var mıdır? Sanırım meselenin tarihçilere bırakılmayacak olmasının nedeni (ne alaka diyebilirsiniz) toplumun bütün kurumlarıyla katmanlarıyla demokrasiyi içselleştirememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye demokratikleşirse resmi tarih tezleri üzerinden iktidar üreten gruplar (bunlara bir kısım tarihçiler de dâhildir) bundan mahrum olacakları için, tarihsel alan özgürleşecek tabular ortadan kalktığı için de keyfi sınırlamalar, yok saymalar sona erecektir; böylece tarih o zaman ‘herkesin tarihi’ olma mertebesini kazanacaktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘tarih 1919’la başlamaz’ ifadesi üzerinde başlatılan polemikler aslında meselenin nasıl önemli olduğunu göstermeye yeter. Bu ülkede ilk mektepten üniversitedeki devrim tarihi derslerine kadar kaç kuşaktır anlatılan, kendi çelişkilerini aşma kabiliyetine sahip olmayan bir öğreti olarak tarih; hep zamanı parçalayıcı, toplumu bir mühendislik alanı olarak gören mekanik tarih anlayışına dayanmaktadır.
Bu anlayışın en kaba hoyrat yorumuna göre Türkiye Cumhuriyeti yoktan var edilmiş bir devlettir, Osmanlı ise kılıç zoruyla ayakta duran, müstebit padişahların yönettiği halka zulüm yapan bir devletti. Bu imparatorluğun idaresinden bütün halklar ayrıldıktan sonra Cumhuriyet sayesinde halkımız da kurtulmuş oldu.
Osmanlı korkusu!
Bu tür mekanik tarih anlayışının günümüzde ‘vaka-nüvislük’ten çıkıp bilimsel metodolojiyi kullanarak sosyal bilim haline dönüşen ‘çağdaş bilimsel tarih’ yaklaşımlarıyla bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu tarihçiliğin en büyük sorunu tarihteki sürekliliği kavrayamamasıdır. Elbette gerçek toplumsal gelişme, kurumsal yapıların değişimi böyle keyfiliklerle seçmeci mekanik bakış açılarıyla kavranamaz.
Tarihin akışı denilen olay bizim zihnimizde yaşayan bir silsile değildir. Tarihsel olaylar; toplumlar, devletler ve kültürler arasındaki ilişkilere göre şekillenir. Anadolu coğrafyasına gelen Türklerin burada kurduğu siyasal yapılar, inşa ettiği kurumlar, hem bu coğrafyayı hem de kendi toplumsal sistemlerini değiştirerek sonunda yaklaşık yedi yüz yıl önce bir büyük imparatorluğu yaratmıştır. “Burada devlet kurumunun ön plana çıkması, onun toplumla kurduğu ilişkilerin, bu coğrafyadaki eski toplumsal ilişkilerden farklı olması Osmanlı İmparatorluğu’nun bu topraklarda yaşadığı tarihsel tecrübeyle ilgili olduğu kadar, içinde yer aldığı İslam medeniyetinin özellikleriyle de ilgilidir.”
İmparatorluğun kuruluşundan sonra yaklaşık beş yüz yıl dünyanın en büyük siyasi gücü olduğunu uluslararası tarihçiler arasında hemen herkes kabul etmektedir. Bunun sadece askeri teşkilatla veya Türklerin savaşçılığıyla açıklanmasının mümkün olamayacağını, bu büyük siyasi gücün arkasında dünya ticaretinin, tarımsal örgütlenmenin durduğunu görmeden, anlamadan bu konular nasıl tartışılabilir.
Devlet değil, rejim değişti
Bugün Osmanlı düşmanlığı üzerine kurulmuş resmi tarih öğretisi, büyük ölçüde o eski konumunu kaybetmiş olsa da ürettiği zihni tortular resmi eğitim kurumları üzerinden yaşamaya devam etmektedir. Bilhassa resmi aydınlar kadrosunun içinde yer alanların yanı sıra kendilerini solcu hatta liberal diye niteleyenlerin de benzer tortular üzerinden Osmanlı karşıtlığına dayanan bir tarih anlayışını sürdürdükleri görülmektedir. Bunlar içinde imparatorluğun çöküş sürecini belli bir tarzda ele alıp buradan kendi konumlarını haklılaştıracak neticeler elde etme çabalarını, batılılaşma ideolojisinin yansıması olarak değerlendirmek lazımdır.
Tarih sürekli akan bir nehir gibidir; bu akıştaki yön değiştirmeleri, farklı mecralara akışlar o nehrin yapısını değiştirir kendisini değil. “Türkiye’de imparatorluktan cumhuriyete geçilirken, oradan da demokrasiye doğru bir değişim yaşanırken devletin, siyasal rejiminin değiştiğini görmek lazımdır. Cumhuriyeti Osmanlı subaylarının kurduğunu unutanlar, tarihi nereden başlatırlarsa başlatsınlar, nehirler yatağında akmaya devam edecektir.”