Türkiye’nin tarihi seyrinde bazı dönüm noktaları vardır. 9 Mart olayı bunlardan biridir. Soğuk savaş döneminde, ülkede yaşanan siyasal olayların hep Sovyet Rusya tarafından kışkırtıldığı kabul edilmiştir. Özellikle medya ve dönemin siyasetçileri “anti-komünizm” yapmak üzere bu anlayışı sürekli olarak yaygınlaştırdıkları için, genellikle işin arkasına bakılmadan, Sovyetler’in ülkeyi karıştırdığı iddiası peşinen benimsenmiştir. Sovyetler’in de kendi çapında bu olaya katılmaya çalıştığı, TKP üzerinden müdahil olmaya uğraştığı, fakat kendi örgütünü dahi batılı servislerin pençesinden kurtaramadığı da ayrı bir gerçektir.
Elbette bu kanaatin oluşmasında, ortada dolaşan örgütlerin, çeşitli fraksiyonların ve onların yayın organlarının kendilerini “solcu-sosyalist” ya da “devrimci” olarak takdim etmelerinin, sosyalizm literatürüne dayanan, bol sloganlı ve kendi çaplarında geliştirdikleri söylemin de tesiri bulunmaktadır.
Kimin devrimcileri
Dokuz Mart Cuntası böyle bir düşünce ikliminde faaliyet halindeydi. 27 Mayıs darbesinin Türkiye’nin “geleneksel iktidar elitlerinin” tahakkümünü koruyacak bir düzenleme yapmada yetersiz kaldığını öngören bu iktidar blokunun elemanları olan “aydınlar-bürokratlar-askerler” kendi hâkimiyetleri üstünde bir daha tartışmanın yapılamayacağı bir düzen kurmak istemekteydiler. Bir anlamda bürokratik tahakküm geleneğini “mutlak iktidara dönüştürme çabası olan bu hareket” o yıllarda Arap coğrafyasında yaygınlaşan BAAS hareketine imrenerek bakmaktaydı. BAAS partilerinin liderleri “devrimci” diye takdim ediliyor, M. Kemal Paşa ile Nasır’ın devrimciliği arasında paralellikler kurulmaya çalışılıyordu.
Bu cuntanın dışında “sol” diye takdim edilen, sızılan ya da doğrudan kurdurulan gençlik örgütlerinin yayınlarında ise, sosyalist düşünürlerden aktarılan pasajlar yer almakta, ideolojik analiz adı altında piyasaya sürülen yarım-yamalak metinlerde önce “burjuva demokratik devrim” aşamasının gerektiğine dair bir ön kabulle, “devrim stratejisinin” hazırlığı yapılmaktadır.
Bütün bunların yapıldığı yer bir NATO ülkesidir. Rahatsız olduğu söylenen “genç subaylar” da, “devrimci ordu” da NATO karargâhında “anti-komünizm” yapmak üzere “örgütlenmiş gizli yapının” bir parçası olduğunu unutmuş olabilir mi?
Dahası batı sisteminin başta patronu ABD, Avrupa Türkiye’nin demokratikleşmesinden yana tavır alacak yerde, nasıl olur da “sol örgütlenmeleri”, “devrimci terörü”, “BAASÇI general ve aydınları” Türkiye’nin zayıf demokrasisine karşı kullanırlar?
Cumhuriyetin baasçıları
Bugün mesele oldukça açık bir şekilde görülebilir: Batı sistemi için “çevre ülkelerde” demokrasinin olup olmaması tali bir meseledir. Bu ülkelerde var olan demokrasiler, batının taleplerini karşılamaktan uzaklaştığı zaman, batının askeri, siyasi, stratejik ve elbette ekonomik çıkarlarıyla çeliştiği zaman, hiçbir değer ifade etmezler. Bunların yerine askeri cuntaların, diktatörlerin, otoriter rejimlerin kurulması tercih edilen bir durum olur, bir alternatif haline gelir.
Türkiye’de ki askeri darbeler, demokrasinin ülkenin çıkarlarını ”batı sisteminin” çıkarlarıyla karşı karşıya getirdiği zamanlarda ortaya çıkmıştır. “Sol hareketler, devrimci şiddet, sağ-sol çatışması”, hayatlarını kaybeden gençler bu süreçte devlet içinde örgütlenmiş yapının, istikrarsızlaştırma, müdahale etme zemininin araçları, kurbanları konumunda kalmışlardır.
1970’li yılları Türkiye’sinde sol, sosyalist, Kemalist “devrim stratejisi” yapan grupların içinde “en devrimci” olan cuntanın, 9 Martta yapamadığı darbe, batı sisteminin ihtiyacını karşılayacak şekilde, bir başka cunta vasıtasıyla yerine getirilir. Batı sisteminin çıkarlarıyla ülkenin “anti-demokrat elitlerinin” yolunun kesiştiği yerde bugüne kadar darbeler, müdahaleler yaşandı; bugün sivil yapıların gücü ve demokrasinin kazanımları bu hevesleri geçersiz kılacak düzeye gelmiştir. Hevesi olanların öfkesi bundandır.