Başbakan Binali Yıldırım, isabetle 16 Nisan halkoylamasını 2007 halkoylaması ile ilişkilendiriyor. Bu çok doğru bir yaklaşım. İki tarih, Türkiye demokrasi tarihi açısından ilişkili ve çok önemli…
Hem bugünkü “Hayır” cephesini, hem de 16 Nisan’ın neden bu kadar hayati bir reform olduğunu 2007 yılını hatırlayarak daha net çözebiliriz.
2000 yılında seçilen 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in süresi 16 Mayıs 2007’de doluyordu. Meclis’te seçimin ilk turunun tarihi 27 Nisan olarak belirlenmişti. Anayasa’ya göre AK Parti’nin adayının seçilmesi önünde hiçbir engel yoktu.
Ancak Yargıtay emekli Başsavcısı Sabih Kanadoğlu daha önceden hareketlenmiş, 26 Aralık 2006 tarihinde daha sonra sergilenecek olan oyunun temelini atmıştı. Cumhuriyet gazetesinde yazdığı bir makalede, Meclis’in toplantı yeter sayısının, Cumhurbaşkanı seçimi için ilk iki turda gerekli olan nitelikli oy sayısı, yani 367 olması gerektiğini iddia etti. CHP başta olmak üzere tüm vesayet cephesi buna destek verdi. Cumhuriyet mitingleri başladı. Meclis’i boğmaya dönük mekanizma hukuk görüntüsü altında işliyordu.
27 Nisan 2007 günü ilk tur oylama yapıldı.
AK Parti’nin adayı Abdullah Gül ilk turda 358 oy aldı. Üçüncü ve dördüncü turda Anayasa’ya göre 276 oy seçilmesine yetecekti.
İlk turdaki oylamada 357 kişi oy kullanmıştı. CHP oylamaya katılmamış, 20 sandalyeye sahip ANAP’tan Hasan Özyer ve Mihraç Akdoğan dışındakiler Meclis’e girmemişler, dört kişiden oluşan DYP’den de (Ümmet Kandoğan ve Mehmet Eraslan katılımı dışında) iki kişi Meclis’e sokulmamıştı. Birer üyeli Halkın Yükseliş Partisi, Sosyal Demokrat Halkçı Parti ve Genç Parti vekilleri de oylamada bulunmamışlar, 13 kişilik bağımsızların Meclis’te olması 367 sayısını toparlamaya yetmemişti.
Aynı gece asker 27 Nisan muhtırasını yayımladı.
Bugünün Hayır’cısı CHP, sahne sırası kendisine gelince ilk turu hemen Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Anayasa Mahkemesi, 367 garabetini 1 Mayıs 2007’de onayladı. Böylelikle 6 Mayıs’ta yapılan ikinci turda da oylamaya 358 vekil katıldığından 11. Cumhurbaşkanı seçilemedi.
AK Parti bunun üzerine erken seçim kararı aldı. Yüzde 47 ile seçimi kazanan AK Parti’nin “Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesine” dair anayasa değişikliği teklifi Meclis’te 376 ile kabul edildi. Ancak cumhurbaşkanı seçilemediği için Ahmet Necdet Sezer hâlâ görevde olduğundan, değişikliği önce veto etti, sonra da halkoylamasına götürdü.
Millet anayasa değişikliğini 21 Ekim 2007 yılındaki referandumda yüzde 68 ile kabul etti.
22 Temmuz seçimlerinden sonra cumhurbaşkanlığı seçimleri tekrarlandı. MHP’nin oylamaya katılmasıyla 367 sorunu çıkmadı. MHP’nin bugün olduğu gibi o günde de milli iradeden ve çözümden yana olduğunu görüyoruz. Abdullah Gül 339 oy ile 28 Ağustos tarihinde 11. Cumhurbaşkanı seçildi.
Şu yaşanmış hikâyedeki entrikaları, bu entrikaları sergileyen aktörleri, doğru yerde duranları lütfen bugün ile mukayese ediniz. Kimin vesayetin aparatı olduğunu, kimin Meclis’i, milli iradeyi gasp ettirdiğine bakınız. CHP her zaman milli iradenin karşısında olmuş, küçük partiler tehdit almış ve aldıkları oya ihanet etmişler. Millet de onları ilk fırsatta tasfiye etmiş.
“Şimdi Cumhurbaşkanı’nı artık halk seçiyor, neden 16 Nisan halkoylaması 2007 sürecinin tamamlayıcısı olsun ki?” denebilir.
Cumhurbaşkanlığı halkın emanetine alınmıştır, doğru. Bundan sonra bu seçimlere kumpas yapılamaz. Ancak Cumhurbaşkanı’nın yetkileri darbe anayasasının yürütmeyi bölmek üzere kurguladığı şekilde hem çift başlılık yaratmıştır, hem de sorumsuzlukla kuşatılmıştır. Bu da vesayetin matruşka bebeğine benzeyen pimi çekilmiş bombalarından biridir.
Erdoğan’dan sonra ne olacağına dair endişe bilakis bu sistem devam ederse duyulmalıdır.
Mesele şimdi hükümete hükümet ettirebilme meselesidir. Başbakanlığı cumhurbaşkanlığı ile birleştirip yürütmeyi bir merkezde topluyor, bunu yüzde 50 artı bir ile halka seçtiriyor, onu da Meclis’e, yargıya karşı sorumlu kılıyoruz.
16 Nisan’da hem bu çift başlılığı gidereceğiz, hem de yürütmeyi doğrudan halka seçtirerek 2007’de yapılan kumpasların ilelebet önüne geçmiş olacağız.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi “Millet ne derse o olacak”; bunu sağlayacağız. Yoksa 15 yıl boyunca verilen emeklerin, alınan mesafenin hiçbir anlamı olmaz.
Sürek avı ve kâbuslar devam eder.