Bir yanda mesafeler ortadan kalkıyor, dünya küçülüyor, kültürlerarası iletişim artıyor, fakat bir yandan da, birlikte yaşamanın imkanını yok eden faşizan tutumlar çoğalıyor. Siyasetçiler duvarlar örerek, yasaklar koyarak kapalı bir toplum düzeni için oy toplama yarışına giriyorlar.
Bu bağlamda, Batı’nın bir reçete olarak sunduğu ‘çok kültürlülük’ kavramının samimi bir çözüm önerisi olmadığını her geçen gün tüm dünya görüyor. Çünkü, bu kavramın bir ahlakı yok. Kendi dışındaki kültürleri dışlayan ve aşağılayan bir tutum, birlikte yaşama modeli nasıl üretebilir?
Batı’nın tarihsel tecrübesinde olmayan bir olgu çok kültürlülük. Haçlı seferleri, sömürgecilik ve keşif kolu olarak oryantalizm, ötekileştirme ve diğerine karşı şiddet üreten tarihsel süreçler/olgular… Buradan sahih birçok kültürlülük modeli çıkması imkansız.
Tüm kültürleri kendi kimliklerini kaybetmeden bir arada tutacak bir düzen arayışında dünyaya baktığımızda, gözümüze ilk çarpan örnek Amerika ki, orada da WASP (White-Anglo-Saxon-Protestan)’ın baskın gücünü her zaman görüyoruz.
Reçete arayışında, güncel dile aktarılamadığı ve yeterince rafine biçimde temsil edilemediği için ne yazık ki, İslam medeniyetinin ortaya koyduğu tecrübe gözardı ediliyor. Oysa, çok kültürlülük tecrübesini diğer tüm medeniyetlerden önce yaşayan bir tarihsel tecrübe İslam medeniyeti. Bütünlüklü bir siyasi, hukuki altyapısıyla, teoriden öte birkaç farklı pratiği de sunuyor üstelik.
Medeniyetlerin birbirinin varlık hakkına saygı göstermesinin temel felsefesi, ilkesel bir metin olarak Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi’nde gayet net biçimde anlatılıyor. Tüm insanların kardeş olduğu ve cinsler, ırklar arasında hiyerarşiye dayanan bir ilişkinin olmadığı, her şart altında bütün insanların mal, can, namus dokunulmazlıklarının korunması şartı, Müslümanlar için birey-aile-toplum ilişkisini düzenleyen bir pusula olarak ilham verici nitelikte.
Endülüs, Osmanlı ve Hindistan Babür Devleti tecrübeleri bu ilkesel pusulayı -hataları ve eksikleri ile- kullanan önemli tarihsel tecrübeler olarak karşımıza çıkıyor.
İslam medeniyetinin denenmiş, tecrübe edilmiş böylesi bir reçetesi varken, bunu dünyaya sunamamanın önündeki tek engel, bu medeniyet mensuplarının cesaret ve özgüven eksikliği… Elbette Batı’nın akademik, entelektüel, siyasi, ekonomik, her alanda dayatmacı istilasını temel bir sorun olarak konumlandırdıktan sonra...
İçimizdeki oryantalistler, Batı her ne yaparsa yapsın, koşulsuz biçimde hatayı yine kendisinde arayan bastırılmış aydınlar…
Tepkilerini, eleştirilerini, özgüvenli ve birikimli bir temsil gücüyle ortaya koyamayan pasif Müslümanlar…
Medeniyet okumalarını sadece Batılı sosyal bilim kaynaklarından, oryantalistlerin eserlerinden yaparak, mukayeseden yoksun entelektüel taassuplara teslim olanlar…
Hepsi, bir bakıma hepimiz, bu tarihsel birikimi bugüne taşıyamıyor, bu nedenle pusulasız bir dünyada savruluyoruz.
İslam dünyasının üzerine serilen ölü toprağı öylesine ağır ki, ciddi bir atılım gerektiriyor. Türkiye, bu atılımı büyük ölçüde yaptı.
Fakat bu farkındalığı, önce kendi paydaşlarına kabul ettirme noktasında daha alacağı çok yol var. Bunun için, önyargıları aşmış, kendi medeniyet kavramları ve literatürüyle barışmış, temel ilkeleri içselleştirmiş, diğer kültür ve medeniyetleri tanımış, mukayese yaparak, kendi iddiasını güncel bir dile aktarmış ve bunu temsil düzeyine çıkarmış rafine zihinlerin artması gerekiyor.
Küçülen dünyayı yeniden büyütemeyeceğimize göre, sahih birçok kültürlülük reçetesi üretme çabası, kaçınılmaz görünüyor.