Dünyanın iyiliği için Türkiye… Bu sözü bundan sonra çok duyacağız.
Yazar Alev Alatlı’nın, III. Milli Kültür Şurası’nda yaptığı konuşmanın son cümlesiydi. Alatlı’nın bu vecizesi, uçsuz bucaksız bir evrene düştü ve her zihinde farklı şekilde yankılandı. Biz de, hissettirdikleriyle ilgili şimdilik hiçbir yorum yapmayalım da, evrende yankılanmaya devam etsin.
III. Milli Kültür Şurası, üç yoğun günün ardından bir raporla sona erdi. Rapora, Şura katılımcılarına ve temalara her yerden ulaşılabilir. Ben daha çok yaydığı titreşimi yazacağım.
Şahsen, Şura’nın en çok, farklılıkların biraraya gelebilme ihtimalini sevdim. Şura katılımcılarının çeşitliliğini az bulanlar olabilir. Evet daha çok renk, meşrep olabilirdi. Yeni ufuklar tanımanın kime zararı olabilir!
Fakat bir başka açıdan bakacak olursak, hayli farklı gelenekler buluştu aslında Şura’da. Geçmişin dayatmacı kültür politikalarının aksine, Türkiye’de ilk kez, daha önce aynı çatı altında belki de hiç buluşmamış isimler biraraya geldi. İsim örnekleri vererek bu değerli ruhu çerçevelemek istemiyorum. Fakat Şura sergi salonundaki ‘çağdaş hat’ ve ‘çağdaş resim’ örnekleri, çok da alışık olmadığımız yeni karşılaşmaların işaretçisi olarak değerlendirilebilir ki, bu son derece önemli.
Bu buluşmaların daha da çeşitlenmesi adına, hepimize düşen sorumluluklar var; Her kesimin çok sıklıkla kullandığı ama pratikte gereğini yapmaktan çekindiği çoğulculuk kavramını, samimiyetle ve hatta biraz da fedakarlıkları göze alarak hayata geçirmesi gibi…
Elbette bu buluşmanın hissettirdiği olumlu iklimde, şuranın evsahipliğini, bir Kültür ve Turizm Bakanı’ndan çok, bir gönül insanı olarak ‘Nabi Hoca’nın yapmasının büyük payı vardı. Tüm komisyonlara yansıdığını tahmin ettiğim bu nezih iklimin, kendi komisyonumda da bizzat şahidi oldum.
Kültür diplomasisi komisyonunda, UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı Prof. Dr. M. Öcal Oğuz, Prof. Dr. Bekir Karlığa, Prof. Dr. Burhanettin Duran, İKSV Genel Müdürü Görgün Taner, Doç. Dr. Halit Eren, Büyükelçi Hüseyin Avni Botsalı, Büyükelçi - Prof. Dr. Kenan Gürsoy, Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç ve Yrd. Doç. Dr. Yakup Ömeroğlu’nun şahsında, toplumca ihtiyacımız olan rafine bir dil ve uslubun, ancak nitelikli bir kültür ve irfan ikliminde mayalanabildiğini de, bir kere daha gördüm.
Şura’nın içeriğine dönecek olursak, yılların birikmiş sorunları ve gelecek beklentilerinin ağırlığı ile binlerce alt başlığın konuşulduğunu söyleyebiliriz. Bu mevzuları önümüzdeki günlerde elbette gündeme getirecek, farklı görüşlerin izini süreceğiz.
Burada şimdilik, bu köşenin imkan verdiği ölçüde birkaç hususu dile getirmek istiyorum.
170 komisyon üyesi içinde 29 kadın üyenin rakamsal orantısızlığı, belki Türkiye’deki genel kadın temsiliyeti sorununun bir parçası olarak görülebilir. Fakat en azından bundan sonra üç yılda bir yapılacağı ifade edilen şuralar için bir hassasiyet notu olarak buraya kaydetmiş olalım.
Şura’nın belki de en büyük eksikliği, ‘genç’ bakışın yeterince temsil edilmiyor oluşuydu. İçinde genç kelimesi geçen bir komisyon kurmaktan ziyade, yaşadığımız dünyanın kültürünü şekillendiren gençlere tüm komisyonlarda daha çok yer açılabilirdi. 28 yıl aradan sonra yapılan bir Şura’nın, geçmişe daha çok atıf yapması, ülkemizin çok kıymetli birikimlerinden daha çok istifade edilmek istenmesi, elbette çok gerekli ve kıymetli bir gerekçe.
Fakat en azından, Şura’nın yapıldığı Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nin terasında, gençlerin sanatsal etkinlikleri için standlar kurulabilir, neyzenler, kemaniler, tiyatrocular, ressamlar, tasarımcılar, toplantılarda konuşulan konulara hayat verebilirlerdi. Bu tarihi buluşmanın özgül ağırlığını etkilemeden, oluşan kültür iklimini zenginleştirebilirlerdi. Üstelik böylece gençler, nice duayen isimle de tanışma imkanı bulurdu.
Herşeye rağmen, III. Milli Kültür Şurası, yıllardır konuşulmamış nice meselenin gündeme gelmesine ve bu alanda yeni bir ufuk planlamaya vesile oldu, kültür-sanat muhitlerine bir dinamizm getirdi.
Bu vesileyle, Şura katılımcısı olarak, tüm kademelerde şuraya emek veren herkese teşekkürü bir borç bilirim.