Dünyayı eski kitaplardan okumanın zamanı çoktan geçti bile. Bugüne kadar öğrendiğimiz, sahiplendiğimiz ve hatta kutsadığımız birçok düşünceyi yenilemek durumundayız. Zararlı diye bildiklerimizin faydaları, faydalı bildiklerimizin sakıncaları bir bir ortaya dökülüyor. Yeni doğrular bulmak, yeni sözler söylemek zorundayız.
Sözün efendilerini bir araya getiren ortamlar bu bakımdan çok önemli. İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde geçtiğimiz hafta yapılan 'İstanbul Seminerleri' söyleyecek sözü olan birçok entelektüeli bir araya getirmeyi başardı. Santral Kampüsü'nde gerçekleştirilen ve artık geleneksel hale gelen bu uluslararası buluşmada son dönemlerin en önemli entelektüellerinden birisi olan Tarık Ramazan 'ın yanı sıra, Abdullahi An-Naim, Guiliano Amoto, Anthony Appiah, Otto Schilly, Akeel Bilgrami, Seyla Benhabip, Jose Kazanova gibi isimler de vardı.
Hıncın Tuzağından Kurtulmak ana temalı bu buluşmada göçlerin ve belirsizliğin hüküm sürdüğü bir çağda 'korku' ve 'öfke' siyasetlerinin karşısında nasıl durulabileceği irdelendi. Bir yanda Arap Baharı'nın giderek yerini umuttan umutsuzluğa bırakan ortamı, hayatını kaybedenler ve arta kalanlar, diğer yanda da yaşadığı toprakları terk ederek başka dünyalara göç etmek zorunda kalan milyonların dramı öne çıkarıldı. Hayat bunca acımasızlaşırken, insanoğlu bunca kirlenirken, tüm bu zehirlenişe inat bir panzehir oluşturabilmenin arayışı sardı İstanbul Bilgi Üniversitesi'nin koridorlarını.
Kanımca bütün konuşmalarda en fazla dikkat çeken özellik, politikacılarla entelektüellerin hayata dair gözlemlerinin birbirinden farklılığı ve aynı lisanla farklı bir dilin konuşuluyor olmasıydı. Bunun mümkün olabildiğini kendi gözlerimizle gördük, kulaklarımızla işittik. İnsanlar hem kendilerinin, hem de diğerlerinin kimliklerine aynı ölçüde sahip çıkabilme becerisine sahipti. Hem Müslüman hem laik, hem Doğu'dan hem Batılı, hem özgürlükçü hem ülkesine sahip olunabiliyordu.
Esasen seminerin ana tartışma konusu olan çok kültürlülük kavramı 1980'lerden itibaren gündeme gelmiş ve farklı kültürlerin bir arada karşılıklı saygı ortamı içerisinde var olabileceğini öngörmüştü. Nitekim Will Kymlicka, Joseph Raz, Avishai Margalit gibi liberal düşünürler, özellikle dini giysiler, çok dilli eğitim, inanca göre yemek ya da kültürel haklar gibi konularda o dönemde yazdıkları ile entelektüel tartışmalara öncülük ettiler. İdeolojik yaklaşımların, soğuk savaşların bittiği böylesi bir dönemde, bu tür tartışmaların ortaya çıkması ve kimlik konusunun giderek popüler hale gelmesi çok da şaşırtıcı değildi. Son 20 yılda politikacılar 'Uygarlıklar Çatışması' retoriği üzerinden stratejiler geliştirirken, entelektüeller ise kendi gibi olmaya devam ederek, bir arada yaşamanın dinamiklerini bulmaya çalıştılar.
Bu yaklaşım kuşkusuz kendi karşıtlarını da hızla üretti. Herkesin inandığı gibi yaşaması kimi adaletsizliklerin, eşitsizliklerin ve zorbalıkların süregitmesi anlamına da geliyordu. Özellikle çeşitli kültürlerdeki kadınların durumu ve aşiretsel yapılanmalar bu bağlamda oldukça kötü örneklerdi. Liberaller bu noktada evrensel prensipler olarak tanımladıkları 'karşılıklı saygı, tolerans, eşitlik ve ayrım gözetmeme' ilkeleri çerçevesinde bir çok kültürlülüğün benimsenmesinde ısrarcı oldular.
Bugün hala bu tartışmalar süre gitmekte. İstanbul Seminerleri ise iki toplumun karşılıklı eşit varoluşuna dayalı bir çözümü savunan Seyla Benhabib'i, inanan inanmayan eşitliğini ve laikliği Müslümanlığın ön şartı olarak gören Tarık Ramazan'ı, Libya'da bulunmayı ve kolonyal geçmişi bir utanç olarak gören Guiliano Amoto'yu bir arada ağırlamayı başardı. Nice entelektüel ufuklara diyelim...