İngiltere’de seçimler oldu. Muhafazakar Parti’nin “topal” zaferi oldukça öğretici, Türkiye’de Haziran seçimleri de öğretici olacak. Bundan sonra bütün seçimler yalnız partilerin ve adayların oylaması olarak geçmeyecek, ülkelerdeki seçim süreçleri, bundan sonra, değişim ve statükonun oylaması olarak karşımıza gelecek ve biz yalnızca bu ikisinden birini seçeceğiz.
Henry Kissinger, her şeyi itiraf ettiği-örtülü olarak tabii- ünlü yapıtı Diplomasi’ye Yeni Dünya Düzeni başlığıyla başlar ve hemen girişte, bir itiraf gibi, şunları yazar:
“ Sanki doğa kanunuymuş gibi, her yüzyılda tüm uluslararası sistemi kendi değerlerine göre yeniden biçimlendirecek kuvvet, irade ve entellektüel ve moral güce sahip olan bir ülke ortaya çıkmaktadır.” (…) Kissinger, burada 17. Yüzyıldan başlayarak-çünkü 16. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı genişlemesi vardır- Fransa, 18. yüzyıl Büyük Britanya, 19. yüzyıl Bismarck Almanyası ve Avrupa ulus devletçiliği çıkışlarını örnek verir. 20. yüzyıl ise tabii ki Kissinger’e göre bir Birleşik Devletler (Amerika) yüzyılıdır.
Kissinger Doktrini
Kissinger şöyle anlatır ki, bu cümleler, Fukuyama’nın dediği, “tarihin sonunu” anlatan “samimi ikrar”dır.
“ Her ne kadar başka cumhuriyetler mevcut idiyse de, hiçbirisi, Amerika gibi özgürlük fikrini yüceltmek için bilinçli bir şekilde kurulmamıştır. Hiçbir ülkenin halkı, Amerikan halkı gibi özgürlük ve refah sağlanması adına yeni bir kıtanın liderliğine soyunmamış ve onun vahşi doğasını terbiye etmeye kalkışmamıştır. Böylece, yalnızlık veya misyonerlik şeklindeki iki görüş, birbirinin zıttı gibi görünüyorsa da, temelde yatan ortak bir inanışı yansıtmaktadır: Birleşik Devletler, dünyadaki en iyi yönetim sistemine sahiptir ve insanlığın geri kalan bölümü, ancak geleneksel diplomasiyi terk edip, onun uluslararası hukuk ve demokrasiye olan saygısını kabul ederse, barış ve refaha kavuşabilir.” Bu sözler çok açıktır, üzerinde yorum yapılmayacak kadar açıktır ve bu sözler aslında bir doktrin olarak, bütün bir yüzyıl dünyayı şekillendirmiştir. ABD’nin hem kadın hem de demokrat dışişleri bakanlardan Madeleine Albright, Clinton döneminde, “biz güç kullanmak zorundayız, çünkü biz Amerikayız” derken Kissinger’in bu yazdıklarını bir başka biçimde söylüyordu aslında. Kendi çıkarlarını, insanlığın ortak çıkarı gibi görmek ve bunun üzerinden herşeyin kendisine tabi olmasını istemek, eğer olmuyorsa, güç kullanmak… niçin… tabii “özgürlük” ve “barış” adına… Bu, insan aklına aykırı doktrini Amerika ortaya atıyordu ama bunu BM’de, Çin, Rusya, Fransa, İngiltere’de kabul ediyordu. Bu “beşli” bütün bir yüzyıl ve tabii şimdiye değin, Kissinger’in yukarıdaki doktrinini -açık ya da örtülü-kabul ettiler. Çünkü var olan dengenin bozulması demek, hem ekonomik hem de siyasal olarak var olanı kaybetmek anlamına geliyordu.
Şu 2008 yılı…
Şu bir gerçektir ve tarihi bir gerçektir; 2008 krizine kadar bu dengenin böyle devam edeceği neredeyse mutlak, değişmez bir statüko ve kabul edilmiş bir teori idi. Ancak bu tarihten sonra, yeni bir Asya kalkınması, Batı’nın kriziyle birlikte, kendini göstermeye başladı. Daha önceki krizlerde Batı, eskiyen ve kriz nedeni olan sektör ve teknojileri geriye hızla-kriz ve savaşla- iterek, yine kendi içinde, yeni olanlarını ortaya çıkartıyor ve sistem yine eski statükosunu bozmadan devam ediyordu. Sovyetler, Çin gibi sözüm ona “sosyalist” çıkışlarda kesinlikle Batı-Doğu asimetrisini bozmuyor, tam aksine, Kissinger Doktrini için bulunmaz bir savunma diyalektiği ve dinamiği oluşturarak “liberal” dünyanın insanlık için ne denli vazgeçilmez olduğunu anlatıyor ve bunun ideolojisini, kültürünü mutlaklaştırıyordu. Ancak 2008 krizi ile yeni bir durum ortaya çıktı; Asya’dan başlayarak Doğu, Batı teknolojisini tekrar etmek ve uygulamak dışına çıktı ve onu ilkönce daha mükemmel olarak daha sonra da ondan ayrı, onu geçerek yeni teknojiyi üretmeye başladı. Yalnız üretim değil, Ar-Ge’de Doğu’ya kaymaya başladı. Bu, hem yeni bir kriz dinamiği idi hem de yeni bir siyasal devrimin eşiği idi.
“Dünya beşten büyüktür”
Bunun siyasal bir devrim olması gerektiğini/olduğunu, teslim etmek gerekir ki, ilk okuyan ve “bir dakika dünya beşten büyüktür” diyen Erdoğan oldu. Şimdi şu deniyor; “bunu zamanında, Sovyet liderleri, Castro gibiler neden söylemedi, Erdoğan’ın bu söylemi pek gerçekçi değil, iç siyasete yönelik” Dünya beşten büyüktür söylemi, Kissinger Doktrini’nin geçerli olduğu 20. yüzyılda gerçekçi olmayabilirdi ama tam bugün zamanın ruhuhu yakalayan ve bundan sonrasının ekonomisini, siyasetini belirleyecek bir söylemdir.
B-20: Bazı öneriler
Cuma günü İstanbul’da yapılan B-20 iş zirvesine Cumhurbaşkanımızla birlikte katıldık.Türkiye’nin G-20 Başkanlığı’nın da, yukarıda anlattığımız bu genel persfektiften ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Daha önce Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) şekillendirdiği dünya ticareti üst yapısı-hukuku- yalnız gelişmiş ülkeleri (Batı’yı) önceleyen bir ticari cycle (çevrim) idi. Bu, bugün itibariyle çökmüştür. Korumacılık ve dünya ticareti, para sisteminden, gümrük mevzuatına oradan banka sistemine kadar yeniden düzenlenecektir.
G-20’nin bütün platformlarında ticari kurallar ve ticari standartlar, Kissinger Doktrini’nin ekonomik tarafı olarak, yani Amerika’nın şahsında, Batı öncelenerek belirlenmiştir. Sanayi Devrimi’ni Doğu’nun ıskalamasının temel nedenlerinden birisi budur. Şimdi, tam şimdi, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Doğu, ya da gelişmekte olan ülkeler, Bilgi Toplumu’na geçişi ıskalamamak istiyorlarsa, Bilgi Toplumu ticari çevrimini ve standartlarını belirlemede ortak olmalıdırlar. Türkiye’nin G-20 liderliği bunun için bulunmaz bir fırsattır. Ben yürütülen çalışmalarda bu persfektif doğrultusunda çok önemli mesafe alınmış olmasına rağmen, yeni bir DTÖ-alternatif-kurumsallaşmasını, özellikle standartlarda ve uygulamalarda sağlamaya dönük adımların eksik olduğunu ama hala bunları tamamlamak için hala zamanın olduğunu gözlemledim.
Cameron-Erdoğan ve yeni bir AB
İngiltere’de seçimi bir kez daha kazanan David Cameron bu farkındalığı en üst düzeyde olan liderlerden birisidir ve seçim başarısında bunun büyük payı vardır.
David Cameron 2014-Kasım G-20 zirvesinden hemen sonra, Euro Bölgesi’nin resesyonun eşiğinde olduğunu söylüyordu. Burada Cameron’un bizce üzerinde durulması gereken vurgusu, AB'ye daha fazla ticaret anlaşmasının ivedilikle imzalanması gerektiğini tavsiye etmesi ve AB Komisyonu’nun bu işe eğilmesi gerektiğini söylemesi idi. Cameron, “Avusturalya, Çin ve Hindistan'la daha fazla ticaret anlaşması imzalamalıyız. Daha fazla ülkeyi, herkese açık serbest piyasa ve serbest ticaretten faydalanmaları konusunda ikna etmeliyiz” diyerek aslında AB Komisyonu’nun önüne yeni bir genişleme persfektifi de koyuyordu.
Bu persfektif, Almanya ve İngiltere’nin AB’nin bundan sonraki yolculuğu ile ilgili temel ayrım noktasıdır ve Junker’in AB Komisyonu Başkanlığına İngiltere’nin karşı çıkmasında da bu gerçek yatıyordu.
Dün Cumhurbaşkanı Erdoğan, "bizim Yeni Türkiye hedefimiz, asla AB'den bağımsız değildir” dedi ve AB’nin güvenliği, doğu sınırlarımızdan başlıyor diye ilave etti, bu da yeni bir AB genişleme persfektifidir ve kaçınılmaz olan da budur. AB’nin yalnız siyasi güvenliği değil, ekonomik güvenliği ve krizi aşması da Türkiye’den geçer. Batı’nın mutlak üstün olduğunu vaz eden, Kissinger Doktrini ve Almanya merkezli bir AB hikayesi yazılmıştır ama artık “gerçek” değildir; bu-yeni- gerçeği bugün herkes görsün…