Dün gelen büyüme verileri, Türkiye’nin nasıl bir fırsatın kıyısında olduğunu bize gösteriyor. Sanayi üretimi katma değeri, sabit fiyatlarla, 4,1 büyümüş. Hizmet ve sanayi sektörlerinin büyümesi aynı. Bu önemli bir denge ama hanehalkları ve devletin nihai tüketim harcamaları da sağlıklı bir büyümeye işaret ediyor. Cari açıkta ise kur düzeltmesini çok açık görüyoruz. Eğer finansman maliyetleri ve siyasi istikrar tarafında hızlı bir düzelme ivmesi yakalanırsa ihracatın, kur avantajı ile son çeyrek ve devamında eski performansını yakalayacağını söyleyebiliriz. Burada sanıyorum herkesin ortaklaştığı tek nokta, Türkiye’nin 2016 itibarıyla yeni bir büyüme stratejisini gündeme getirmesi gerektiğidir.
İki farklı yol iki farklı politik duruş...
Bu konuda iki temel-farklı- görüş var; birincisi Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin-özellikle siyasi iradeye bağlı- düzenleyici, iradi büyüme yolu yerine, küresel “piyasa” mekanizmasını takip edecek, -buranın istediği- reformları yapması ve düzenleyeci-denetleyeci kurumları da buraya bağlaması ki, buna merkez bankası dahil. Bu görüş aslında siyasi ve ekonomik düzlemde yerel-milli- hiç bir kaygısı olmayan, teknokrat hükümetleri de hedefler. Bu bakış açısı öte yandan siyaset ve ekonomi alanlarını birbirinden ayırır ve ekonomiyi teknik-nötr bir alan olarak tarif eder. Böyle olunca bu görüşün sahipleri, siyasi olarak muhafazakar, milliyetçi bir yerde durabilirler ama ekonomik olarak savundukları-açıkça- Ortodoks bir IMF reçetesidir. Türkiye iktisat tarihinde bu ekolü sanıyorum en iyi Derviş ismiyle anlatabiliriz. Dikkat ederseniz, Derviş ismi çoğunlukla sosyal-demokrat tarafla anılır ama bu, son derece transparan bir yer belirlemedir sadece... Sağ tarafta da ekonomiye teknik-nötr- bir alan olarak bakan birçok politikacı Derviş’le birlikte çalışabilir, çalışmıştır da...
CHP- MHP-HDP aynı partidir...
Burayı anlayabilmek için CHP’nin ekonomiden sorumlu genel başkan yardımcısı sayın Böke’nin demeçlerine bakın; Böke, AK-Parti’nin esasında 2008’e kadar olan ekonomik yoluna çok itiraz etmediklerini her fırsatta söyler. Bunun nedeni, 2008’e kadar olan sürecin, IMF program çerçevesi gereği, Derviş’in uyarladığı Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ile belirlenmiş olmasıdır. Burada, mali piyasaların koşulsuz liberalizasyonu (derinlik kaygısı olmaksızın) ve yağmacı bir özelleştirme ve düzenleyici-denetleyici kurumların dışa bağımlı olarak yapılandırılması esastır. (Buna reform derler) Dalgalı kur rejimi uygulanır ama ithalat ve borç ekonomi çevrimi için, örtülü olarak, gereksiz değerli TL hedeflenir ve siyasilere de bunun iyi bir şey olduğu anlatılır. Merkez Bankası başkanları bile, dünyayı gülümseten "TL doları yener” demeçleri vermeye zorlanır.
Faizler dünya ortalamasının üzerinde tutulur bu, çok amaçlı bir stratejinin önemli taktiğidir. Hem cari açık, üretime dayalı olarak değil, kısa vadeli sermaye girişlerine bağlı olarak finanse ettirilir, hem de, cari açığın en önemli-ikinci- kalemi olan ara malı ithalatı canlı kalır. Böylece sanayi ayağa kalkmaz ama en önemlisi siyaset, sermaye girişlerine ve çıkışlarına bağlı olarak, sizin değil, dışarısının elinde olur. İstedikleri zaman, kurdan başlayarak kriz ortamı oluştururlar. Şimdi kura rağmen kriz olmuyor; buna dikkat!
Tuzağın görüldüğü ve aşıldığı tarih...
Bu ekonomik tuzak, ne yazık ki, yakın zamana değin uygulandı. Ancak 2008’de Erdoğan ipleri eline aldı ve buraya müdahale etti. IMF ile 20. stand-by'ın yapılmaması bunun ifadesidir. Ve bu karar ekonomik değil, siyasi bir karardır. 2008’den sonra Türkiye, 2010 ve 2011 büyümesinde kendini gösteren, orta sınıfı da yukarıya çeken, rekabetçi, KOBİ’leri yukarı taşıyan yeni bir yola girdi. Bu yolla, Dervişgillerin mücadelesi aslında, tam şimdiki siyasi kavganın da temelini oluşturduğu gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a saldırının ekonomi tarafındaki açıklamasıdır. Çok ilginçtir, burada CHP, MHP, HDP ve hatta... görüşleri aynıdır. Hem CHP’nin hem de HDP’nin ekonomi programını sorun size IMF’nin Ortodoks-Christine Lagarde’dan bile daha geri-reçetelerini papağan gibi tekrar ederler. İşin ilginci “milliyetçi” MHP ile HDP’nin Türkiye ekonomisi üzerine söylem ve eleştirileri aynıdır ve aynı adres kaynaklıdır. Bu konuda Durmuş Yılmaz’ın söylediklerine ve HDP program ve belgelerine bakın birbirinin kopyasıdır.
Tabii burada FETÖ örgütünün yayın organlarından ve resmi ideologlarının da nerede olduğunu tahmin edersiniz.
Yeni bir model
Biz bu cepheye karşı, nasıl bir ekonomiyi ve bunun bir alt versiyonu olan büyüme programını savunduğumuzu anlattık; kitaplarımızda, makalelerle sabittir. Esasında bu bir kopuştur, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte siyasallaşan özgün yeni bir modeldir ama işin ilginci, yalnız Türkiye’nin değil, 2016’dan itibaren gelişmekte olan ülkelerin hatta AB’nin başka bir yolu da yoktur. Bu, piyasacı, dışa açık kapsayıcı, anti-tekel, üretime dönük adil bir ekonomi yoludur.
Türkiye’nin 2008’den beri, başta enerji olmak üzere, stratejik sektörlerde attığı adamlar bu vizyonun sonucudur. Ancak, buradaki engelleri, engellemek isteyenleri görüyorsunuz. Bu vesileyle, son günlerde yoğunlaşan teröre bu PKK gerçeğine de değinmek istiyorum.
PKK gerçek anlamda nedir?
Biliyorsunuz, doksanlı yıllarda, başta G.Afrika olmak üzere, birçok ülkede barış süreçleri başladı. Bu süreçler, ayrılıkçı terör örgütleriyle müzakere ve anlaşma platformlarını da oluşturdu. Türkiye, bunu “çözüm süreci “ ile denedi.
Ancak görünen odur ki, Türkiye’deki terör, artık burayı aşan bir pazar ve enerji paylaşım savaşına ve ülkeye topyekun saldırıya dönüşmüştür.
Bu durum, kesinlikle Türkiye’de devletin daha dar anlamda da söylersek hükümetin beklenen demokratik reformları yapmamasından ya da gerekli adımları atmamasından kaynaklanmıyor.
Tam aksine, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2008’den beri bu konuda çok güçlü ve kararlı adımlar atmıştır. Ancak bugün gelinen noktada PKK, Türkiye’nin sosyo-ekonomik, politik dinamiklerinin ürettiği bir örgüt olmaktan çıkmıştır. PKK, bir IRA ya da ETA hele G. Afrika’daki ANC değildir. PKK, tıpkı DEAŞ gibi bölgesel hatta küresel savaş sanayiinin, bir paylaşım savaşının aparatı olarak sahaya sürdüğü paramiliter bir örgüttür. Bu açıdan Türkiye’ye olan
PKK saldırısı da, Türkiye’nin iç sorunlarından kaynaklanan bir politik şiddet-terör- durumu değildir.
Bu çok yönlü bir yeni savaş stratejisidir ve bu stratejiye bağlı olarak Türkiye saldırı altındadır. Böyle olunca DEAŞ terörü ile PKK terörü arasında Türkiye için bir fark yoktur. Daha önce de bu sayfalarda yazdığımız gibi, bu, çok açık olarak, bir enerji ve pazar paylaşım savaşıdır ve tabii ki çok devletli bir savaştır. Bu anlamda Türkiye, PKK terör örgütünün arkasında hangi devletlerin ne amaçla olduğunu biliyor. Tıpkı DEAŞ terör örgütünün arkasında kimlerin olduğunu ve DEAŞ’ın ne amaçla saldırdığını bildiği gibi. Ama hem PKK’nın hem de DEAŞ’ın ve FETÖ’nün arkasında olanlar bilsinler ki, Türkiye bir Mısır değil, olmayacak da....