Millenyumun başında bir gelecek heyecanı vardı ve söze başlarken iki binli yıllar veya 21.yüzyıldan bahsetmek başlı başına gelecekten ümitvar olmayı yansıtmak demekti. Bunda, iki kutuplu dünyanın çökmesinin, neo-liberalizmin toplum felsefesinin ‘tarihin sonunu’ ilan eden söylem üstünlüğünün ve ‘sosyalist rejimler’ adı altında yaklaşık 20.yüzyıla damgasını vurmuş bulunan totaliter baskı rejimlerden ve onların tehdidinden kurtulmuş olan insanların özgürleşme ve gelecek heyecanlarının birlikte yaşanmasının da kuşkusuz payı bulunmaktaydı.
Özlenenler, arzulananlar olmadı, önce İkiz Kulelerin vurulması, arkasından Afganistan ve Irak’ın işgalleri, bitmeyecekmiş görünen El-Kaide eylemleri, bu ülkelerde yaşanan iç savaş manzaraları, Arap Baharı ile başlayan devrimlerin çalınması, Suriye krizinin başlangıçta Irak’a benzeyen ancak zaman geçtikçe daha da derinleşen ilerlemesi, ümitlerin yerini hayal kırıklıklarının almasına sebep oldu.
Yeni yüzyıl eski hegemonya
Meseleye Türkiye açısından bakarsak, cumhuriyet tarihinde asla karşılaşmadığımız bir durumla karşı karşıyayız. Suriye meselesi bizim açımızdan dış mesele olmanın çok ötesine geçmiş neredeyse tamamen bir iç mesele haline gelmiştir. Aynı zamanda bu sorun, merkezinde Türkiye’nin bulunduğu bir bölge problemi olmanın ötesine geçerek, bütün dünyanın bir meselesi haline gelmiştir. Bugün mesele eski hegemonya çökerken aynı merkezlerin yeni hegemonya kurmaya kalkmalarıdır.
“Başbakan Davutoğlu ‘Bu mücadele Selahaddin’le Haçlıların mücadelesidir, bu mücadele Alpaslan Gazi ile Bizans’ın, Yavuz Sultan Selim Han-İdris-i Bitlisi ittifakı ile Safavi-Farisi ittifakının mücadelesidir’ derken aslında sadece tarihe atıf yapmış olmamaktadır, günümüzde de mücadelenin tam ortasında yer alan olay da budur.”
Bu coğrafyada yaşayan halkın özgürleşmesi, bu toprakların insanlarının demokrasi yoluyla kendi geleceklerine dair karar süreçlerine katılması, yüzyıl önce çizilen yapay sınırların, bu insanların kültürel ekonomik zeminlerde kuracağı yeni ilişki biçimleriyle işbirliği mekanizmalarıyla aşılması ideali gelecek için bütünüyle heyecan vericidir fakat reel politik durum oldukça farklıdır. Şunu hemen belirtelim ki, uzun vadede kazanacak olan yine Selahaddin’dir, Alpaslan Gazi’dir, Yavuz Sultan Selim Han ve onun müttefiki İdris-i Bitlisi olacaktır. Unutmayalım ki, Suriye krizi, bölgeye yayılması yetmiyormuş gibi, şu anda Avrupa’nın, Amerika’nın, Rusya’nın meselesi haline gelmiş bulunmaktadır.
Bölge insanının kaderi
Burada en kritik noktadaki ülkenin Türkiye olması, tarihin en büyük mülteci göçü denilen göçmen akımına uğramış olmakla ilgili değildir; Türkiye Halep’in düşmesiyle birlikte belki yüz binden daha fazla sayıda yeni bir göç dalgasına maruz kalacaktır, yeni insani meselelerle karşılaşacaktır. Esas problem tarihin bu kırılma anında ülkenin stratejik bir karar noktasına gelmiş olmasıdır.
“Bir taraftan PKK/PYD terör yapılanması üzerinden Türkiye’nin karşısına akraba bir halkın, etnik terör vasıtasıyla içeride iç savaş (halk savaşı adı verilmesi bir şeyi değiştiriyor mu) yoluyla ayrıştırılmaya çalıştırılması, dışarıda ise kuşatılması meselesi çıkarılmıştır.”
Bu terör yapılanması üzerinden, Batı sistemi Türkiye’yi kuşatmak, o yapay sınırları aşan yeni ilişki ağlarıyla ‘Büyük Türkiye yolunda’ bölgesel güç yaratma girişimine cevap vermek isterken, İran-Rusya ittifakını adeta kullanmakta tereddüt göstermemektedir. İlginçtir Batı sisteminin patronajı, Ortadoğu’nun kendi insanlarını merkeze alan yeni bir sürecin önünü, hem bölgeyi parçalayarak hem de Rusya desteği ile İran eliyle kesmeye çalışmaktadır. Burada soru şudur: Bölgenin yeni haritası yüzyıl sonra yine Batı tarafından mı çizilecektir?