Birleşmiş Milletler’in UNDP raporunda Türkiye’nin ‘çok yüksek insani gelişme’ kategorisinde yer alan bir ülke konumuna geldiği haberi bir anda ‘ekonomi kötü gidiyor; ülke yangın yerine döndü’ türünden hiç bıkmadan sürdürülen söylemin ne kadar gerçeğin uzağında olduğunu ortaya koymuş oldu sanırım. Sanırım diyorum çünkü OECD, Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların hatta Türkiye’yle ilgili iyi niyetli yaklaşımları olmadığı bilinen derecelendirme kuruluşlarının bile daha önce yaptıkları provokatif açıklamalardan sonra durumlarını gözden geçirip, şimdilerde nispeten objektif değerlendirmeler yaptıkları halde içerde bazı iktisatçı yazarın veya muhalefet yapmak isteyenlerin, her şeyin kötü gittiğine dair kanaatleri değişmemiştir.
Bu bakımdan onlar için, Birleşmiş Milletler’in açıkladığı raporda Türkiye’nin insani gelişmişlik endeksindeki yerinin 189 ülke arasındaki yerinin 59. sırada olması bir şey ifade etmeyecektir.
NEDEN YÜKSELDİ?
Öncelikle bu raporların hazırlanmasında, bazı eksikliklerin bulunduğunu bazı göstergeler hazırlarken verilerin kültürel/toplumsal şartların sunduğu imkânları yansıtmadığı için eksik görüldüğünü belirtmek gerekir. Söz gelimi cinsiyet farklılaşması ele alınırken, kadınların kazanımlarını değerlendirirken ‘eşit işe eşit ücret’ uygulamasının Batı toplumlarında meydana getirdiği değer kaybıyla, bu ülkede çalışma hayatının ilk hukuki düzenlemelerinden bu tarafa cinsiyete dayalı bir ayrımcılık yaşanmamasının katkısı, yine seçme ve seçilme hakkının erken kazanılmasının bir değer olarak görülmemesinden bahsedilebilir.
Bütün teknik sorunlarına rağmen genel çerçevesi itibarıyla bir sınıflandırma uluslararası bir kategorizasyon oluşturması, İnsani Gelişmişlik Sıralaması olması bakımından da önemidir fakat eğer bu kültürel/ tarihsel şartları dikkate alan göstergeler işin içine dahil edilmiş olsaydı Türkiye’nin daha üst sıralarda olmasının mümkün olduğunu da düşünmek gerekir.
Peki, Türkiye’nin başarısının yani ‘çok yüksek insani gelişme’ kategorisine yükselmesinin arkasında ne vardır diye bakmak gerekmez mi? Burada öncelikle eğitimdeki gelişmelere, başta bütçeden eğitime ayrılan paya ve yapılan yatırımların meydana getirdiği değişime bakmak dahi ciddi bir fikir verecektir.
GERÇEĞİN TABLOSU
2002 yılında eğitim harcamalarının kamu bütçesindeki payının yaklaşık % 10’lardan 2020’lere giderken % 20’lere doğru artan bir eğilime girmesi önemli bir göstergedir. Bu bağlamda, kızların eğitime katılama oranı ve yüksek okullaşmasındaki artış, eğitimin maddi imkânlarının değişimi, derslik başına düşen öğrenci sayısının azalması, öğretmen sayısındaki gelişmeler hatırlanmalıdır. Sağlık hizmetlerinin kalitesinden, yaygınlaştırılması ve ulaşılabilirliğinden ayrıca bahsetmek gerekir.
Elbette bütün insani gelişme hikâyesinin arkasında Türkiye’nin yaşadığı ekonomik ve toplumsal dönüşüm bulunmaktadır. Türkiye 2000’li yılların başında yaklaşık fert başına düşen milli geliri 3000 dolar olan tarımsal bir toplumdan, hızlı bir şekilde dönüşerek yaklaşık 11 bin dolara ulaşmış; dahası Satınalma Gücü Paritesi’ne göre bu rakamın 28 bin dolar olduğu düşünülürse, bu yükselişin kaynağı daha doğru anlaşılacaktır.