“Türkiye’nin yüz yıllık egemen iktidar blokunun içinde yer alanlar, bu iktidarın ideolojik devşirme sürecinden geçerek beyazlaşmaya çalışan unsurlarla beraber büyük bir psikolojik çöküntü içindedirler.” Bunlar demokratikleşme süreci karşısında sahip oldukları bütün mevkileri bir bir kaybettikçe, demokratikleşme sürecinin aktörlerine, partilerine, siyaset anlayışlarına öfke duyup kin kusmayı yaşam tarzı haline getirdiler. Bu hastalıklı tavrı, bir egemen zümrenin iktidar kaybının neticesi olarak nitelendirmek mümkündür.
Bunların çeşitli zamanlarda ortaya çıkıp üçünün beşinin, daha fazlasının bir araya gelip, aydınlar, akademisyenler, sanatçılar gibi sıfatların arkasına saklanarak, kendi zümresel psikolojilerini tatmin etme arayışlarına şahit olunmaktadır. Zaten çoğunu kimsenin tanımadığı, aydın mıdırlar, gerçekten bilimsel olarak neyi temsil etmektedirler bilinmeyen bu zevatın, birkaç ismin arkasına takılarak bildiriler yayınladıkları sıkça görülmektedir.
Kim bunlar?
Bunları ciddiye alarak üzerinde durmak gerekmeyebilirdi, fakat Türkiye’nin anti demokratik tortusu içinden gelen bu zümrenin sosyal psikolojisini anlamak, bunların yaşadığı travmanın nasıl bir değer erozyonuna yol açtığını görmek bakımından bir örnek olay olarak incelenmesi yararlı olabilir. Ayrıca bu güruhun ‘kaybetmişlik psikolojisiyle’ nasıl bir nefret kuyusuna düştükleri ve buradan başta ‘barış içinde bir arada yaşamak’ olmak üzere, bütün insanlık değerlerine saldıran bir örgüte nasıl yamanmaya çalıştıkları; etnik ayrımcılık, etnik temizlik yapmak üzere katliam yapan bu terör yapılanmasının taleplerini fikir diye savunacak kadar neden seviyesizleştikleri ciddi bir sorundur.
‘Bu bildiriyi yayımlayanların arasında kimler vardır’ diye merak ederseniz hep aynı kadroyla karşılaşırsınız: “Militarist geleneğin paşazadeleri, cumhuriyet bürokrasisinin ünlü ailelerinin çocukları, bu iktidar zümresinin sermaye-medya- akademi gibi çeşitli sektörlerinden gelen mirasçıları, bunlara tutunarak bir yerlere tırmanmış bazı tipler ve ideolojik olarak anti-demokratik zihniyetli bir sürü çapsız muhteris…”
Türkiye’nin talihsizliği bunların veya benzerlerinin hâlâ medyadan, sanat kurumlarına, akademiyadan, bürokrasiye, çeşitli aydın topluluklarına kadar niceliksel olarak yaygın olmalarıdır. Tarihsel olarak ömrünü doldurmuş egemen ideolojiyi, soldan devşirilmiş kavramalarla ayakta tutmaya çalışan iktidar elitlerinin hâlâ bütün demokratikleşme çabalarına rağmen, ayakta kalma, mevzi kaybetmeme arayışları ilginç olduğu kadar, düştükleri durumu da yansıtmaktadır. Bu zümrenin Türkiye’ye özellikle demokratikleşme sürecinin aktörlerine karşı, bütün ümitlerini önce Suriye-İran-Rusya ittifakına bağlamaları, onları kaçınılmaz bir şekilde terör örgütüne yaklaştırmıştır ve bunun tersi de doğrudur.
Türkiye düşmanları
“Türkiye’nin egemen tarihsel elitlerinin, demokrasiye tahammülsüzlüğü yeni bir olay değildir. Bugün bu zihniyette bu süreç içinde yer alan bazı isimlerin, dün ‘sosyalizm’ etiketiyle Türk Baasçılığı diye bilinen bir hareketin adamları olduklarını, 27 Mayıs militarizmini her şartta savunduklarını, devrim-devrimcilik diyerek kullandıkları etiketlerin aslında faşizan anti-demokratik tortudan ibaret olduğunu düşününce, onların şimdilerde gelip etno-faşizme kapılanmalarında şaşılacak bir durum yoktur.”
Esasen onları kullandıkları söylem üzerinden değerlendirmek (psikiyatristler için anlamlı olabilir) çok anlamlı değildir; onları durdukları yere, aldıkları tavra göre ele almak gerekir. Bu açıdan bakınca onlar hep demokrasi düşmanıdırlar, hep milletin seçtiklerine karşıdırlar, hep bu ülkeyi var eden değerlere düşman olmuşlardır. İşin kötüsü, ülkenin toplumsal barış projesine saldırıp, ülkenin bazı şehir ve kasabalarını kan gölüne çeviren PKK terörünün yanında yer alanların, bu cinayetlere ortak olduklarını göremeyecek kadar gözlerinin dönmüş olmasıdır.