Az gelişmiş ülkelerde insanlar yaşlandıklarında kendilerine bakması için çocuk sahibi olurlar.
Çocuklar 'iyi evlat' mertebesine ulaşmak için ihtiyarlığında ana-babasına bakmakla yükümlüdür.
Özellikle de kız çocukları.
Oysa gelişmiş ülkelerde durum çok daha farklı.
Çocuk, sadece dünyaya bir birey getirmek, anne-baba ve aile olmak gibi kararlarla yapılıyor.
Ne gençlik çağında bizde olduğu gibi korunup kollanıyor ne ebeveynleri yaşlandığında onların mesuliyetini sırtlanması bekleniyor.
Daha küçücük yaşta birey olmayı, ayakta durmayı öğreniyor ve kendi hayatını çizip yoluna devam ediyor.
Bu ihtiyarlık meselesini arada sırada düşünür müsünüz?. Hiç aklınıza yaşlandığınızda nasıl biri olacağınız, nerede olacağınız, neye benzeyeceğiniz takılır mı?
En önemli soru da şu: Yaşlandığınızda size kimin bakacağını düşündüğünüz olur mu hiç?
Geçen akşam Michael Haneke'nin son filmi Amour'u (Aşk) izledim.
Filmde seksenlerini süren iyi eğitimli, eski müzik öğretmeni Anne ve Georges adlı bir karı kocanın ihtiyarlık hikayesi anlatılıyor.
Bir kızları var. Çoktan kendi hayatının peşinden gitmiş.
Onlar da emekliliklerini sakin bir hayat sürerek geçiriyor.
Bir sabah kahvaltı ederken Anne felç geçiriyor.
Ve işte film orada başlıyor.
İnsanoğlunun en büyük korkusu; ihtiyarladığında kendi işini görememek, bakıma muhtaç olmak.
Haneke tam da oradan yakalıyor izleyiciyi, gırtlağından, nefessiz bırakıncaya kadar da o bildik korkunun üzerine gidiyor!
Anne tam da o korktuğumuz duruma düşüyor.
Altını değiştirmek, yemek yedirmek, yıkamak, saçını taramak gerekiyor.
Hastaneye yatmak istemediği için kocası tüm yükü sırtlanıyor.
80'li yaşlarını süren bir adamın karısına hem de o haldeyken gösterdiği özen ve bakım insana aşkı, sevgiyi yeniden sorgulatıyor...
Filmi izlerken sık sık 'yaşlanmak çok zor' deyip durdum.
Elden ayaktan düşmek çok ağır.
Hele bilincin yerindeyken bakıma muhtaç kaldıysan, acın tarifsiz...
Tüm film boyunca Anne'in gözlerinde bu durumun ağırlığını görüyor, hayatı yeni baştan sorguluyor insan.
Film; ilişkileri, yatırımları, beklentileri, hataları yeniden masaya yatırtıyor.
Üstelik sadece onla da kalmıyor sevginin nasıl elle tutulur, gözle görülür birşey olduğunu da izleyicinin gözüne sokuyor.
Haneke diyor ki; mühim olan altını ıslatırken de seni sevecek bir eş... Oysa bu çağ bozulanın yerine yenisini koyma çağı!
Şu müftüye bak sen!
Silivri Müftüsü İdris Çatmakaş aniden caminin içine kadınları almamaya karar vermiş. Dışarıdan girişi olan, 10 metrekarelik bir alanı 'kadınların namaz kılma yeri' olarak ilan etmiş. Bu ani uygulamaya itiraz eden kadınlar şu açıklama ile karşı karşıya kalmış: 'Bir-iki erkek bana gelerek kadınlarla ilgili şikayette bulundu. Kadınlar merdivenden çıkarken vücut hatları belli oluyormuş. Tabi sonuçta buraya gelen kadınların hepsi tesettürlü değil. Kadınlar merdivenden çıkarken erkeklerin dikkati dağılıyor. Erkekler rahat namaz kılamadıklarını söylediler. Biz de müftülük olarak dışarıda kadınlar için özel bir bölme yaptırdık. Hem kadınlarımız rahat namaz kılacaklar hem de erkeklerin dikkati dağılmayacak. Bunda büyütecek birşey yok..'
Müftüye bak sen! Kendisine bu şikayetle gelene 'sapık mısınız siz' demek yerine onlara hak vermiş. İbadet etmeye gelen kadınların merdiven çıkışından tahrik olmayı makul görmüş. 'Siz ne biçim insanlarsınız' demek yerine kadınları cezalandırmış.
Bir de utanmadan 'Her gelen türbanlı değil' demiş. Sanki türbansız kadının merdivenden çıkışından tahrik olmak normalmiş gibi!