Kadına karşı şiddeti minimize etmek gibi bir gayemiz var. Bu amaçla bir sözleşme imzalamışız, üstelik İstanbul adı verilmiş bu sözleşmeye. Ancak bu sözleşme kadına şiddetle mücadelede son derece yetersiz. Yaşatır sloganına bakmayın, gözü dönen arsız, sözleşme dinlemiyor.
Bize, bize uygun bir kanuni düzenleme gerekli. Bunu tecrübe ettik.
Her iyi niyeti suiistimal edenler bu sözleşmeyi de suiistimal etti. Taraf oluşumuzdaki motivasyon kadına şiddeti engellemekti. Gelgelelim o bilindik LGBT lobisi bunu da suiistimal etti. Türk toplumunun vasatı o imiş gibi davranmaya başladı kimileri.
Değildir!
Reddederiz, tartışmayız bile!
Bunu da uzun uzadıya konuşmanın âlemi yok.
Kültürümüz, kodlarımız, söyleyecek sözümüz, verecek tepkimiz belli; zira görünür kişinin rütbe-i akli eserinde.
Bugüne kadar söylediklerimiz ortada.
Sözümüze ne hacet? Bizi biz kılan değerler silsilemiz ortada.
O değerlere harfiyen riayet ettiğimizi iddia edersek mürailik etmiş oluruz. Ancak her birimiz, bilâ istisna o değerleri olduğu gibi tasdik ederiz. Bunu dost-düşman bilir.
“Allah affetsin” diyerek fısk-u fücura giren ve bunu da alenen yapmayan insanlardan mürekkeptir cemiyetimiz. Alenen yapana zaten “fâsık-ı mütecâhir” derler ve bu adamı da makbul adamdan saymazlar.
Bu da bize değerlerimizi tasdik noktasında bir sapmanın olmadığını gösterir. Bizim mahalle böyledir.
O çok sevdiğimiz ve iftihar ettiğimiz mahallemizin bir hastalığı vardır ki hemen hepimizi bizar eder.
Mahallemize uzunca bir süredir kesif bir sis çöktü. Lodos, İmbat, Keşişleme, Gedavet, hiçbir rüzgarın dağıtamadığı lanetli bir sis…
Bu sis hengâmında müzakere ile münazara cedelden ayrılamaz hale geldi.
Serkan Fıçıcı yazdı evvela, cedel bir müzakere yöntemi değildir dedi. Ben de ondan mülhem yazıyorum.
Hüsn-ü zan ile iyi niyetine itimat ettiğimiz nice dostumuz, abimiz, kardeşimiz, hocamız, üstadımız, pirimiz, civanımız bir şeyler söylerken müzakere edebilme yetisini yitirdi bu ortamda.
Nicedir ağızdan çıkan her söz cedel suretinde çıkar oldu.
Müzakerenin en temel kuralı, bir şey söylerken, muhatabının insafını ve izanını tahrik ederek, onu savunduğun görüşe davet etmektir.
Dinsiz, hain, mel’un, ahlaksız, iffetsiz diye başlayan cümle ne izana ne insafa hitap eder.
Aksine kirpi gibi olur muhatabınız. Oklarını diker.
Ve müteyakkız kirpinin hassasiyeti olmaz.
Sizin nefsiniz var ya hani. Müberra, mualla, kusurdan münezzeh… İnanmayacaksınız ama muhatabınızın da var.
“Barika-i hakikat müsademe-i efkardan doğar” önermesi, müsademe etmesi gerekenin fikirler olduğunu gösteriyor oysa bize.
Üzülerek beyan edeyim: İstanbul Sözleşmesi etrafında sürüp giden tartışmanın iyi niyetli bir tarafı kalmadı!
Hemen hepimizi rahatsız eden bu sözleşme hakkında sürüp giden tartışmadan bir hakikat çıkaracak vasat yok oldu gitti.
Sağ olsun, her şeyi hepimizden iyi bilen abilerimiz.
Bunu söylerken İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik yaklaşımlardan bağımsız olarak söylüyorum.
Mesele hakkında ehliyet sahibi zevat-ı kiramın muhataplarını bir ilmi münazaraya davet etmelerini; gerekirse günlerce, haftalarca sürecek bir çalıştayda üç aşağı-beş yukarı bir yorum yapabilmelerini dilerdik.
Kavgalarını burada, şahsileştirmeden, gerekirse en sert tonda “saçmalıyorsun” dahi diyerek yapmalarını dilerdik.
Ne münasebet? Seninkiler sahayı sosyal medya olarak belirledi. Kendilerine angaje borazanlar ile hakaretin bini bir para, bir meydanda harbe tutuştu. Mızraklara Kur’an ayetleri takıldı.
At pazarında baytarlar ile doktorlar el ele bağırsak ameliyatına girişti. Niyeti iyi olsa ne olur? Usulü terk eden vusulden uzaklaştı.
“Onu çamurdan yarattın, beni ateşten yarattın” ahlakını üstüne libas kılan kim varsa meşrebince muhatabını tezyife girişti.
Oldu mu yani? Yakıştı mı?
“Efendim, kendim için sinirleniyorsam namerdim. Benim asabiyet-i diniyemdir bu” diyen hiç kimseye inanmıyorum. Dilerseniz siz inanınız.
Ayasofya’da, omuz omuza, gözyaşları ile Hakk’a hamd eden nicelerin üç gün sonra birbirine edilmedik hakaret bırakmaması “Milletimde ihtilâf u tefrika endişesi kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni” diyen Koca Sultan Selim’i kabrinde bîkarâr etti.
Sorsak bizlere kemalat talim edecek, bu ettiğimiz sözleri ağzımıza tıkacak nice ehl-i ilim…
Tebrik ederim.
Büyük başarı.
İstanbul Sözleşmesi’ni tartışmayalım demiyorum. Aksine tartışalım. Cedeliniz ile bu tartışma ortamını mezbeleliğe çevirdiniz, yazık ettiniz diyorum.
Ekserisi müdakkik olmayan bu millet, sizin sözünüze, rivayetinize değil; tavrınıza, duruşunuza, tutumunuza bakıyor.
İlminizde bir vakar görmek istiyor insanımız.
Vallahi ben de öyle.
Siz önümüze kartvizit fırlatıyorsunuz.
Tebrik ederim.
Sayenizde kim, kime, hangi sebeple, ne için olduğunu bilmeden hakaret ediyor.
Allah Erdoğan’a yardım etsin.
Yol göstericiliklerini umdukları, şu kritik eşikte kendisine, hadimi olduğu milletine himmet etmek yerine pozisyonunu tahkim etme kavgasına girişmiş.
O ise Libya’da, Doğu Akdeniz’de, Suriye’de nice olmazları İnayet-i İlahi ile olur kılmanın savaşında.
Arkasına baktığında, kendisine omuz verecek müşavirler yerine, birbirine girmiş Kethüdazadeler ile Yeniçeri Ağaları görüyor.
Vallahi yazıktır, billahi yazıktır.
Allahtan bu savaşı veren Nasrettin Hoca değil, Erdoğan.
Yoksa arkasındaki bu karışıklık sonrası “Bu filler yalnız kaldı iki fil daha verin” der, ne haliniz varsa görün diye söylene söylene elini yıkar, bir havluya siler, döner ve giderdi.
Bütün bu sözlerden sonra muhtemelen “İyi de hakkı dile getirmeyelim mi?” diyeceklerdir.
Bir kez de çocuğa söyler gibi söyleyelim: Siz ümmetin pişuvasısınız.
Hak namına, hak için, hakka yaraşır bir üslupla, hikmetli bir zamanda, hikmetli bir ortamda, nefsinizi karıştırmadan söyleyin!
Buna da belagat derler.
Vesselam