Son derece yetersiz bir tarifle “din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak” olarak öğrettiler bize laikliği.
Oysa bu tanım hiçbir şekilde yeterli bir tanım değildir.
Aksine, laikliği “devletin dini kontrol ettiği ve belirlediği sınırlar içinde tuttuğu seküler sistem” olarak tanımlamak doğru olacaktır.
Bize inanmayan, kendisini laik olarak tanımlayan devletlerin tatbikatlarına bir baksın.
Fransa, Tunus, Hindistan, Türkiye…
Her birisi dini sınırlayan kurumlara sahiptir.
Gömleğin düğmesi iliklenmeye yanlış yerden başladı ya…
Garabetin arkası kesilmedi.
“Ben laik bir kimseyim” gibi bir öz tanım çıktı karşımıza.
Nasıl oluyorsa artık...
Eminim mantıklı bir şey söylemek istiyorlardır.
Seküler olduğunu söylemek istiyordur belki, bu iddiada bulunan her kimse.
“Din devlete karışmasın” demek istiyordur.
Devlet ile siyaset ayrımını sağlıklı biçimde yapamadığı için de, siyasetin hiçbir alanında dinin varlığına tahammül edemiyordur.
Karşılıklı oturup, mantıklı bir konuşma yürütmeye çabalamaktan çoktan vazgeçtiğim için sormuyorum, kulak asıp dinlemiyorum.
Kamusal alan, dini argüman, semboller vs. vb…
Sonu gelmez saçmalıklar silsilesi, hep bilindik sözler.
Dekadansa uğramış zihinlerin mahsulü, saman kağıda basılmış basma kalıp şeyler…
“Peki güzel abicim, haklısınız” deyip geçiyorum bazen.
Asıl talebinin, dînî referanslı hiçbir kuralın özel hayatını düzenlememesi olduğunu anlıyorum.
“Din hayatıma girmesin, başkalarının inancı benim özel hayatımı ve alanımı düzenlemesin” diyor seninki.
Haklı.
Her vatandaşın sahip olması gereken temel bir hak bu.
Aksini savunana “Ne hakla?” diye sorarız.
Bırak adam dilediğine inansın, dilediği gibi özel hayatını tanzim etsin.
Bize ne?
Hal böyle olunca simetrik bir hak dağılımına gidiyor ve şunu dile getiriyoruz:
“Bizden sana ne?”
Gelgelelim seninki bu noktada biraz arsız…
Karışası, müdahale edesi var.
“Kafanızdaki laiklik –ki tekrar ifade edeyim saçma sapan bir tarifin üzerine gidiyorlar- neden bu kadar asimetrik?” diye soruyor insan ister istemez.
Nasıl oluyor da, en seküler taleplerle karşımıza çıkan ve neye inanıp nasıl tatbik ettiği ile zerrece alakadar olmadığımız bir insan tipolojisi sürekli olarak “Kurban kesmesinler, hacca-umreye gitmesinler, Ramazan’ı tehir etsinler” gibi saçma dayatıcı müdahalelere hak görüyor kendinde?
Bunu da soruyoruz.
Ve daha nicesi geliyor hatırımıza.
Bireysel ibadetlerin bir yanıyla en bireyseli olan oruca dahi müdahale etme hakkını nereden alıyor bu adam?
Bakın, tekrar altını çizelim:
Bu bir kamusal alan mücadelesinin, sembollerden rahatsız olmanın falan çok ötesinde bir müdahale talebi.
“Ben oruç tutmak istemiyorum” demiyor.
“Sen de tutma” diyor.
Yani senin derununa müdahil olmak istiyor.
Haza gâvurluk anlayacağınız.
“Araplara para yedirmeyin” gibi en sakil ve anlamsız argümanla “hacca gitmeyin” ferman buyuruyor.
“Gözünün önünde olmayacak olduktan sonra nerede olduğumdan sana ne?“ dememiz son derece anlamsız.
Dedik ya, adam kendi hayatı ile kesişen hayat noktalarımızı tanzim etmek istemiyor.
Öyle bir derdi yok.
Derdi bizzat derunumuzu tanzim etmek.
Kafası bu kadar asimetrik çalışan adam bir yandan da bizi delirtmek ister gibi sürekli baskı altında olduğunu ve yaşam tarzına müdahale edildiğini söylemekten de geri durmuyor.
Varsa bir müdahale, edenin kulağını çekelim.
Fakat asıl söylemek istediğinin, başkalarının hayatına müdahale etme salahiyeti olduğunu gördükçe bu riyakârlığa pes diyoruz.
Asimetrik bir laiklik anlayışı var ve içinde iflah olmaz baskıcı bir tiranla birlikte yaşıyor.
Karışmadan yapamıyor.
İçinde dizginlenemez bir adam etme güdüsü var.
Uzun uzun tahlil etmek, kendisine cevaplar vermek, fikren ilzam etmek niyetinde değilim.
Şu “Ramazan ertelensin” saçmalıklarını duyunca içimden geçeni söylemek istedim sadece.
Ki o kadar otantik bir gâvurluk değildir bu esasında. Almanlar bir süredir tartışıyor. Anlayacağınız sizinkiler yine sahibinin sesi. Hani şu gramofonun önünde oturan köpek.
Yegâne asimetrik ilişkinin makarrını tanzim etmeye kalkıyorsun.
Amuda mı kalktın a hacıyatmaz?