Üç yüz yıllık tarihinin son evresinde girdiği yapısal krizden kendisini 'krize!' dönüştürerek çıkmayı başaran küresel kapitalizmin seçkinleri, Davos'ta toplandı.
Kapitalist sistemin yıkıcılığını paranteze alıp iktisadi bir dönem sığlığında bakmayı tercih eden Davoslu seçkinler, bu defa dünyaca 'tekin olamayan zamanlara' sürüklendiğimizi bir nebze anlamış gibiydiler.
Bu ekonomik medyatik zirve de aynı G-20 toplantıları gibi aklın sınırlarını aşarak ilerleyen kapitalist sisteme karşı, aktörlerinin tavsiye ve kehanetlerini yansıttı.
Elbette bitmeyen, yatışmayan, ön görülemeyen 'yıkıcı' kriz dalgalarının aslında sermaye birikiminin önünü açmaya yaradığı artık sır değildi.
Zaten Davos'ta da birkaç yıl önceki gibi 'Yaratıcı Kapitalizm' ya da
'Ahlaki Kapitalizm' diye çarpık başlıklara pek rağbet edilmemişti.
Çünkü krizden çıkışın mümkün olmadığı ve günümüzde 'kriz dışı bir kapitalist varoluşun' mümkün olmadığı kabullenilmişti.
Küresel krizin 'gerçek nedenlerinin', reddedilemez kesinlikte sermaye karlılığının asli 'unsurları' olduğu da...
Dolayısıyla Davos'ta dillendirilen eften püften 'yeni gerçeklik' teması ve 'paylaşılan normlar' olsa olsa zirveye cafcaf katacak jeneriklerdi. Ve Davos izlenimlerinde ikiye yarılmış kapitalist dünyada Batı'nın geçmeyen durgunluğuna, devasa kamu borçlarına karşılık, Asya'nın büyüyen ekonomik performansı abartılarak, sahte umut ya da yeni dünya illüzyonu kurulma çabası sürdü...
Bazı 'tedarikçi ve taşeron' ülkelerin yeni piyasalar diye ön plana çıkartılmaları bu ülkelerin 'yüksek karlılık' ilkesine uygun işgücü ve kaynak arzlarıyla sistemin meşruiyetine yaptıkları katkıdan ötürüydü.
Sermayenin, insan üretiminden koparak gerçek değerlerin yerine fiktif değerlere dayanarak finanslaşması ve spekülatif parazit sömürüsüne, çevre yükselen ekonomilerindeki ölçüsüzce emek, insan, doğa yıkımı da eklenmişti...
İstikrarlı pazar, güçlü ekonomi yani yabancı yatırımcıya fazlasıyla kazandıran ve sömürgeci iş bölümüne açık ülke demekti.
Yükselen piyasalar adıyla anılan Çin, Hindistan, Brezilya ve Türkiye'nin de içlerinde bulunduğu ülkeler yeni ekonomik güç odağı mıydı sahiden?
Yoksa merkez kapitalizme organik bağımlı bu ülkeler şimdilik ucuz emek, ham madde kaynaklarıyla Batılı küresel tekellerin 'yatırım üssü' olarak genişleyen piyasa donanımı mı sağlıyorlardı? Bütün sınırların ve rejimlerin üzerine yerleşen Batılı kapitalist akıl, Çin ve Hindistan'daki teknoloji ve endüstriyel üretim sektörlerinin 3/2 'sinin tabii ki asıl sahibiydi.
Hızlı büyüyen ülkeler paravanının ardında günde 60 kuruşla geçinen 836 milyon yoksul Hintli'nin varoşlara tıkıldığı, ayda 85 dolara çalışan 200 milyon genç Çinli'nin fabrikalara hapsedildiği otoriter devlet kapitalizminden bahsedilmiyordu. Türkiye'de bile günde 2 dolara çalışan Çinli işçi sayısı 20 bini geçti...
Ya da her yıl iki milyon hektar Amazon ormanını yağmalatan Brezilya'nın 4 milyon aileyi topraksız bıraktığı ve günde üç defa bedava yemek vererek fakirliği susturarak nasıl bir 'yükselen piyasa' olduğu söylenmiyor!
Ve büyüyen ekonomilerde bir avuç 'ekonomik' elitin devletle yaptığı işbirliğiyle kazandığı zenginliğin neredeyse üç milyar insanın 'yaşama alanından' çalındığı da.
Türkiye'nin de aralarına girdiği 'yükselen piyasalar', tarihsel olarak bu dönemde merkez ülkelere piyasa ve sermaye aktarımıyla yükümlü.
Dolayısıyla Türkiye'nin küresel sistemden kendini yalıtarak 'egosantrik algıyla' Davos'ta mali ödevini yapmış öğrenci zannına kapılması, bu tekinsiz dünyada hiç ummadığı bir 'yeni gerçeklikle' karşı karşıya getirebilir.
Çünkü piyasalar fiktif değerler ve sübjektif algılar üzerinden işlem yapıyor ve zemini dahi yok...