Ahmet Hamdi Tanpınar 1936'da yazmıştır: 'Benim gördüğüm ikinci mesele, sınıf meselesidir. Bizde sınıfların vazıh ve kati şekilde mevcut olmaması, münevveri ayrı bir sınıf haline getirmektedir ki, bu cemiyetle olan alakasını müphem bir şekle sokuyor. Türk romancısı muayyen bir hayatın adamı olamıyor, sadece fikirlerle yaşıyor. Ve bu bizde pek fazla olmadığı için umumi hayata istikamet veren fikirlerin içinde kalıyor. Meşrutiyet'ten beri edebiyat, umumi hayatın peşindedir; halbuki başka memleketlerde umumi hayat, edebiyatı güçlükle takip eder.'
Gene 36'da yazıp, Edebiyat Üzerine Makaleler adlı eserine alınmış, roman üstüne bir diğer yazısında da şöyle demektedir: 'Bizde dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir elit zümre teşekkül etmiştir: okuyanlar zümresi. Tek bir satır yazmadığı, tek bir söz söylemediği halde sırf okuduğu için hürmet gören adamların bulunduğu memleket...'
Tanzimat'la başlayan modern edebiyat ve modern siyasetin yaklaşık yüzüncü yılında Tanpınar'ın yazdıkları, üstünden bir doksan yıl daha geçtiğinde, gene geçerli görünüyor.
İttihatçılar ve sonra Kemalistler, burjuva yaratmaya çalışmışlardı; 68 kuşağı milli demokratik devrim mi, proleter devrimi mi diye tartışmıştı. Ülkemizde işçi sınıfının siyasete muhalif olarak, pasif direnişle olsun ağırlığını koyamamış olması da, burjuva sınıfının rüştünü ispat edemediğini gösteriyor.
Artık üretim biçimleriyle rejimler arasındaki ilişki üstüne bilgilerimiz arttığı için, böyle determinist şablonlarla karşı karşıya değiliz. Zaten konu, o zaman tartışıldığı gibi Türkiye'nin kapitalist ilişkilere sahip olup olmaması değil, kapitalist ilişkilere sahip olmasa, burjvazinin olması da gerekmeyecek; konu bu ilişkilerin taraflarının niteliği... Yani benim ilgi çekmek istediğim konu, Tanzimat'tan itibaren yönetici sınıfın roman yazmaya çalışması, burjuva gibi yaşamaya çalışması...
Soru şudur: Mustafa Kemal Paşa, seçimleri kazanmasına olumsuz etki edeceğini anlayınca Terakkiperver Fırka veya Serbest Fırka'yı kapattığı için eleştiriliyor ama esas merak edilecek konu niçin bir başka parti daha olsun, seçimler olsun diye arzuladığıdır. Partilerin kapatılmış olmasında şaşırtıcı bir durum yok ki... Asıl, en yakın arkadaşlarından birine, Fethi Bey'e parti kurdurup, bazı arkadaşlarını görevdir deyip zorlayarak bu partiye yazdırma ihtiyacı, gerçekte arzusu nereden çıkıyor?
Demek ki konuyu, Tanzimat'la başlatacağız. Devletin modernleştirilmesi, yani merkezileştirip modern bürokrasi yaratılması çabasını anlamak zor değil. Mısırlı Kavalalı ordusu, Anadolu'ya girip, Anadolu eşrafı da Mısır ordusuna destek verdiğinde, Osmanlı'nın sonu gelmiyor muydu?
Tanzimatçılar derslerini çalıştılar ve aşiretten bir cumhuriyet yaratıldı! Bu sürecin önemli üçayağı, bilindiği üzere Yeni Osmanlılar, Jön Türkler ve Kemalistlerdir.
Yeni Osmanlılar'la Âli ve Fuat paşaların çekişmesi neydi, gerçekte birbirlerinden ne kadar farkları vardı? Abdülhamit de, hep söylendiğinin aksine, zihniyet olarak, meşrutiyete uygulamada karşı durmak dışında, modernist bir yönetici değil miydi ve kendisini tahttan eden süreci doğuran modernist eğitim kendi açtığı okullarda başarılı olsun diye gayret sarfetmedi mi? Hürriyet ve İtilafçılar, İttihatçılar kadar 'jön', meşrutiyetçi ve hatta en azından söylem olarak kuramda daha da batıcı değil miydi? Sivas Kongresi'nde İttihatçı değiliz diye yemin eden Kemalistler, yeminli İttihatçılar değil midir? Veya Şerif Mardin, Saidi Nursi'nin modernizminden söz ettiğinde şaşıracak ne vardır?
Modernleşme tarihinde üstünde çalışılan, hatta 'tek çizgili gelişim tarihi' anlayışına karşı çıkma çabaları içinde, farklı - çoklu modernlikler iddialarının ortaya atılmasına yol açan biçimde, Osmanlı ve Japon modernizmleri karşılaştırılmıştır. Bence bu karşılaştırmada en önemli ayrım, modernleşme yanlısı kadınların kıyafetleridir.
Japon kadınları sokakta Batı giysileri giyip, evde geleneksel giysileriyle yaşarlar. Osmanlı modenizminde ise, sokakta geleneksel kıyafet giyilip, evde son Paris modası takip edilir. Bizim modernizm tarihimiz, sokakta istediği - Batılı - gibi giyinebilecek iktidarı yaratma çabasıdır. Demek ki sokakta kadınlar son Batı modasıyla gezebildiğince, modernizm başarıya ulaşmış demektir.
Seçimleri arzulayan mektepliler, flörtlü, baloyu, hatta opera ve baleyi de arzuladılar. Türkiye'de değişmeyen bir biçimde, madem iktidarız niçin istediğimizi yapamıyoruz diye sordular.
Osmanlı son dönemi ve Cumhuriyet kuşakları boyunca hep modernistler ve burjuva yaratmak isteyenler iktidar oldu. Bugün de iktidar sağdan Kemalizm eleştirisini yürütürken, dünya ekonomik düzeniyle uyum içinde, terakki - kalkınma ideolojisi gütmüyor mu?
Geçen yazımızda dile getirdiğimiz 46 sonrası CHP ile DP arasındaki farklılığın görünürde oluşu ve toplumumuzda darbeye yol açması gibi acı bir sonuca ermesiyle, bugün günlük yaşam kalıpları üstünden verilen mücadelenin de görünürdeki mücadele oluşu arasındaki kategorik fark ne kadardır?
Türkiye'de bütün darbeler Nato'ya bağlıyız sözüyle yapılırken, hepsi en kısa sürede seçim sözü vermiştir. Yani çok partili düzen arzusu en azından oy sandığı anlamında yürürlüktedir ve oyla iktidar değiştiği de vakidir.
68 kuşağıyla ilk kez, İttihatçılar gibi güdümlü biçimde değil, gerekten sokakta siyaset yapılabileceği görününce, eski mektepli kuşak, yeni mektepli kuşaktan tırsmıştır ve iktidardaki mektepliler, geleceğin iktidarı olan mekteplilere karşı ilk kez ciddi ve yaygın biçimde gadretmiştir. 68'den itibaren siyasal yaşantımızda ortaya çıkan yeni süreç, mektepli hülyalarının iktidar eliyle dağıtılması ve yol açılınca, artık seçkinci değil de popüler görünenlerin eliyle dağıtılmasıdır.
Burjuva olmadan ve halka da yanaşmadan hukuk devleti ve demokrasi isteyenler, hatta buna ulaşılmasını mukadder görüp, her mahallede milyoner, nurlu ufuklar vaat edenler ve de seçim sloganı istikrar olanlarla, enternasyonale üye olmak isteyen İttihatçılar, sarı enternasyonale üye olanlar, hep aynı Osmanlı mirasını tüketiyorlar. Yani erken devletin geç modernizmi patalojik bir durum yaratmıştır ve bu nedenle eylemle niyet arasındaki illiyet bağı aranmadan Deniz Gezmiş asılmıştır.
27 Mayıs Anayasası referandumla kabul edilmişti, 12 Eylül Anayasası da öyle, son değişiklikler de referandumla halkın teveccühünü gördü. Bu okumuşların - mekteplilerin yarattığı sahnede, iktidar hülyaları görenlerin durumudur. Çünkü edebiyatçı ve biliminsanımız, muayyen bir hayatın adamı olamayıp sadece fikirlerle yaşarken, siyasetçimiz fikirlerle yaşamayıp hep hayat adamı oluyor.