Anayasa maddelerinin bir lafzı vardır. Bir de ruhu. ‘Yasaların ruhu’ kavramının anlamı Montesquieu’nun ‘De l’Esprit des Lois’ adlı eserinde ortaya konmuştur.
Bir ülkede cumhurbaşkanı halkın oylarıyla seçilmişse onu artık parlamenter rejimin meclis tarafından seçilmiş cumhurbaşkanlarıyla bir tutamazsınız. Siyasal partiler aracılığıyla mecliste temsil edilen halkoyundan daha doğrudan, daha katkısız bir irade 10 Ağustos 2014’te konulmuştur. Anayasa maddelerinde ne yazarsa yazsın bu gerçek inkâr edilmez, yok sayılamaz bir şekilde gözler önündedir. Yasanın ruhu işte budur.
Cumhurbaşkanı’nın halkoyuyla seçileceği şeklindeki madde, yasanın içsel anlamıyla tayin edici bir önem kazanmış ve diğer bütün düzenlemelerin önüne geçmiştir. Esasen, milyonların tercihiyle seçilen Erdoğan nasıl bir başkan olmak istediğini açık seçik ortaya koymuştur, onun tam tersi bir anlayışı yani ünlü Fransız devlet adamı General De Gaulle’ün deyimiyle ‘salt çelenk koyucu’ bir başkan anlayışını da İhsanoğlu savunmuştur. Milli irade tecelli ederken sadece Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsını, siyasal fikirlerini ve partisini değil, bizzat Cumhurbaşkanlığı anlayışını tasdik etmiştir. 10 Ağustos 2014 tarihinden sonra, yasaların ruhu kavramını bilen bir hukukçu için bu gerçeği kabul etmekten başka bir yol yoktur. Seçilmiş Cumhurbaşkanı yürütme erkinin başıdır, yetkili ve sorumludur. AK Parti kurucusu ve yöneticisi de olsa, hükümet sözcüsü de olsa bu gerçeğin karşısında Bülent Arınç’ın oyunun Erdoğan’a oy veren veya vermeyen milyonlardan her birinin oyu kadar değeri vardır. Ve bu politik bir tutumun değil, tutarlı olmanın gereğidir. Milli iradeye ve hukukun üstünlüğüne inanıyorsak başka tür bir tercihte bulunamayız.
Elbette, siyasal konumu itibariyle Arınç’ın Cumhurbaşkanı’nı yürütme erkinden dışlamaya çalışan ve hükümeti tek sorumlu olarak gören tutumu şaşırtıcıdır. Tabii ki demokratik bir ülkede, demokratik bir hükümetin bakanı ve sözcüsü ve demokratik bir partinin üyesi olarak Bülent Arınç halkoyuyla seçilmiş Cumhurbaşkanlığı konusunda fikir beyan edecektir. Ama öte yandan, bu beyanların pusuda bekleyen güçler tarafından Türkiye Cumhuriyeti’ni sarsmak ve kargaşa yaratmak için kullanılabileceğini de herhalde hesaba katmıştır. Maalesef bu konularda zaman zaman hatalara düşülmüştür.
Bu çerçevede Bülent Arınç, Habertürk TV’de 27 Aralık 2014 tarihli bir programda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “paralel yapı ile mücadele konusunda aldanmışız, aldatılmışız” dediğini anımsatmış ve şöyle konuşmuştur: “Aynı şeyleri benim söylemem lazım. Çünkü o belki benden daha az tanıyor. Benden daha mesafeli durmuş da olabilir. Fakat biz bu konuda kendisine ne söylemişsek o da samimiyetle buna inandı."
Arınç’ın geçmişte Erdoğan’ı ve kamuoyunu aslını araştırma gereği duymadan inandırdığı konulardan biri de elbette ki kendisine yönelik suikast iddiası ve ardından gelen kozmik oda baskınıdır. 2009 yılı Aralık ayında, paralel örgütün polis içindeki uzantıları telefonla bir suikast ihbarı aldıklarını iddia etmiş, Arınç’ın evinin bulunduğu mahallede iki subay tutuklanmış, daha sonra bu bahaneyle kozmik odadaki belgelere el konularak devlet felç edilmek istenmiştir. Bu suikast iddiasının temelsiz olduğu bugün mahkeme kararıyla saptanmış ve ilgili polis merkezinin telefon kayıtlarından bu konuda hiçbir ihbar gelmediği de ortaya çıkmıştır. Bu konuda polisler ve Kozmik Oda baskınını yapan hakim hakkında da soruşturma başlatılmıştır.
Ülkemizin sağlam bir demokratik yapıya sahip olduğu şuradan da bellidir ki, Kozmik Oda, Gezi, 17-25 Aralık gibi tarihsel dönemeçlerde iktidar mensupları da muhalefete yakın değişik görüşleri serbestçe ortaya atabiliyorlar. Bu demokratik ortamda benim de aklıma takılan bir soru var: Mahkeme kararıyla da sabit olduğu üzere Bülent Arınç’a suikast konusunda Emniyet’e hiçbir ihbar gelmediğine göre, neden bu ihbarı uyduran paralelci polisler suikast hedefindeki isim olarak Arınç’ı seçmişlerdir? Arınç’ın kendi ifadesiyle daha kolay ‘aldanabileceği veya aldatılabileceği’ için mi?