Türkiye, kartların yeniden karıldığı şu çalkantılı döneme eğer gerçekleştirilmiş reformlarla, güçlü siyasi liderlik ve güçlü bir hükümet ile değil de, 2001 krizi şartlarının giderek ağırlaştığı bir konjonktürde yakalansaydı, bugün çok daha olumsuz bir durumda olunacaktı.
Buna benzer bir durum 19. yüzyılda yaşanmış ve Marks “Katı olan her hey buharlaşıyor” diye durumu tarif etmişti. Bugün de dünya benzer bir vaziyette. Sadece Ortadoğu değil, kıtaların tümünde Soğuk Savaş dengesi yerine yeni bir mutabakat konmuş değil. İki değil, çok aktörlü bir dünya ile karşı karşıyayız. İttifak ve tehdit tanımları değişmiş durumda.
Söz konusu Ortadoğu olunca durum daha da karmaşık bir hal alıyor. Çünkü zaten eski “denge durumu”nun en ağır bedelini bu coğrafya ödedi ve ödüyor. Halklarının refahını, güvenliğini, demokrasi ihtiyacını karşılayamayan, bu ülkelerin çoğunu birer mülteci kampına çeviren, milyonlarca insanın canından veya yurdundan olmasını sağlayan düzenin eleştirisi yapılamadı.
Sadece Soğuk Savaş döneminde değil, 1990’lardan sonra da yapılamadı. Yeni bir Ortadoğu hukuku gerekliydi. Uluslararası örgütlerin yeni bir anlayışla gözden geçirilmesi, Ortadoğu, Afrika ve Asya’nın şansız ülkelerinin demokrasiyle tanışması, bunu yerel dinamikleri ile yapabilmesi için ekonomilerinin ayağa kaldırılması, mezhep sorunlarının temelinde yatan nedenlerin bu şekilde giderilmesi gerekiyordu.
Sömürgeci yıkımın Batı’ya verdiği bir sorumluluktu bu. Vicdani ve ahlaki bir sorumluluk hissedilmiyorsa bile, küreselleşen dünyada Ortadoğu’da yaşanacak olumsuzlukların Batı’yı artık doğrudan tehdit edeceği anlaşılmalıydı. Ortaya çıkan altmış milyonluk bir mülteci kitlesi BM’de orta boy bir devlet demek ve bu insanların haklarını savunacak, sorunlarını dünyaya haykıracak Türkiye dışında neredeyse hiçbir ülke yok.
Ama bu Türkiye’nin gücünü çokça aşan bir durum. AB, Türkiye’ye “Güney sınırlarını aç, Batı sınırlarını ise kapa” derken, sadece kafasını kuma gömmüş oluyor. Bununla da kalmıyor; Türkiye ABD ve AB tarafından anlaşılmadığı gibi, teröre karşı verdiği mücadelede yalnız bırakılıyor.
Dünyanın geleceği hakkında tüm devletlerin artık gerçek soruları sormaya, gerçek cevaplar üzerinde yeni bir anlayış geliştirmeye ihtiyaç var. Putin ve Trump’ın nükleer silahlar üzerinden birbirlerine göndermiş oldukları sert mesajlar hayra alamet değil.
Türkiye bu kapışmaların yaşandığı coğrafyanın hemen kıyısında. Etkilenmemesi mümkün değil. Fırat Kalkanı ile DAEŞ’in Türkiye’ye dönük saldırılarına karşı ciddi bir önlem geliştirilmiş oldu. Bu harekâtta yaşamını yitiren şehitlerimiz bizleri kahrediyor. Sınır savunması ve ülke bütünlüğü El-Bab’dan başlıyor. Türkiye’nin bir ve bütün olması geleceğimizi korumak için en önemli gücümüz. Bunun bir siyasi tercihle, bir partiyle ilgisi yok.
Bu ara dönemden egemenlik haklarımızı, toplumsal barışımızı aşarak geçmemiz gerekiyor ve bunu başaracağız. Cumhurbaşkanı seferberlik derken bu gerekliliği kastediyor, 15 Temmuz’da aziz halkımızın göstermiş olduğu dayanışma ruhuna işaret ediyordu. Türkiye bir yandan terör örgütleriyle mücadele eder, Büyükelçi Karlof’un suikastı gibi provokasyonlara maruz kalırken, öte yandan ülkemizi stabil durumda tutmak mecburiyetindeyiz. Bu sadece Cumhurbaşkanı ve hükümetin sorumluluğu olamaz. Ana muhalefet partisi dâhil, tüm kesimlerin elini taşın altına sokması gerekir.
Çünkü her türlü siyasi, ekonomik çıkar mücadeleleri için dahi asgari şart vatanımıza sahip çıkmamızdır. Bu ara dönemde ülkemizin bu sınavı layıkıyla vereceğine olan güvenim tam.
Bunu geçmişte kanıtladık, bugün de kanıtlayacağız.