Bedenlerin çürümesinin nedeni, bakterilerin nemli ortamda gelişim gösterip yayılmalarından kaynaklanıyor. Ancak suyun olmadığı bir ortamda bakterinin de hayatta kalması imkansız.
Dünya yüzeyi küresel bir eğri olduğu için, iki nokta arasındaki en kısa mesafe de dümdüz yerine eğri bir çizgi olmaktadır. İki boyutlu düzlemde bu çizgilere baktığınızda gerçek en kısa mesafe çizgisi, doğrusal mesafeden çok daha uzun gözükür.
Civa, kurşun, lityum, mangan, nikel, kobalt, kadmiyum gibi kimyasal maddeler pilin içinde bulunan maddelerden sadece bazılarıdır. Çöpe atıldığı taktirde bu maddeler toprağın yapısını kullanılamayacak kadar bozar. Suya karışan metaller ise suyun ekosisteminde büyük bir karışıklık meydana getirir.
Ayrıca bu kimyasallar topraktan beslenen hayvanlara ya da direkt olarak sudan insanlara geçer ve çok çeşitli hastalıklara sebep olur. Kanser, böbrek ve karaciğer hastalıkları, merkezi sinir sistemi bozuklukları, nörobiyolojik bozukluklar bunlardan bazılarıdır. Küçük bir kalem pil, 4 metrekare toprağı kirletip bu toprağı üretim yapılamaz hale getirebilecek kadar kimyasal içerir.
Yumurtayı suda kaynatarak pişirme yöntemi sırasında, yumurtadaki proteinlerde bulunan aminoasit zincirleri değişime uğrayarak ya geçici olarak birbirinden kopuyor ya da yapılarını değişime uğratıyorlar. Bir taraftan bu yaşanırken, eş zamanlı olarak yine kümeleşip bir araya toplanma eğiliminde olurlar. Isınma devam ettikçe bu yığınlar içinde yeni bağlar kurulur ve sonuçta sımsıkı bir protein ağı oluşur.
İşte bu yumurtanın beyazının da sarısının da katı kıvama erişmesine yol açar. Kaynamaya devam ederse sarısının rengi yeşile dönüşür. Çünkü yumurtanın beyazı sülfür içerir ve bu sülfür kaynama esnasında hidrojenle bir araya geldiğinde hidrojen sülfite dönüşür. Bunun kokusu bozulmuş yumurta kokusu olarak bildiğimiz şey. Hidrojen sülfit zehirli yanıcı ve patlayıcı bir gaz. Ama tabii yumurtadaki hidrojen sülfit miktarı böyle riskler oluşturabilecek kadar fazla değil. Yani bunun zararlı olduğunu düşünüp korkmanıza gerek yok.
Tıraş bıçağı üreticilerinin raflara dizdiği erkek ve kadın ürünleri arasında belirgin bir fark var; fiyatı. Kadınlara özel üretildiği söylenenler diğerlerine oranlara çok daha pahalı. Önce ürünün asıl iş gören kısmıyla,yani bıçağıyla başlayalım. Buna bir cevap verebilmek için aynı markanın hem erkek hem de kadın ürünlerine bakmak gerek. Üreticiler kadınlara özel günlerde farklı bir bıçak türü kullanmadıklarını söylüyor.
Örneğin Gilette bu konuda bir basın bildirisi yayınlamış ve her iki grupta da tamı tamına aynı bıçak teknolojisini kullandıklarını duyurmuştu. Yani bıçaklar birbirinden farklı özelliklere sahip değil. Peki farkı nedir? Ya da şöyle soralım; Kadınların tıraş bıçakları neden pahalı? Kadınlar tıraş bıçaklarını daha geniş bir yüzey alanında kullanıyor ve bu nedenle tıraş başlığının erkeklerinkine oranla daha fazla dayanması gerekiyor. Kadınlara özel ürünlerin başlık kısmı dayanıklı olması için tasarlanmış. Erkeklerinkiyse daha küçük bir başlığa sahip. Ayrıca erkek tıraş bıçaklarının açısı da kadınlarınkinden farklı. Bu açı farkı kadınlara özel ürünlerin kullanımında tıraş edilen bölgenin daha net görünebilmesini sağlıyor. Erkekler dümdüz karşılarındaki aynaya bakarken kadınların tıraş olurken aşağı doğru bakmaları gerek. Fiyat farkına gelince... Bu sadece tıraş bıçaklarında değil tüm kozmetik ve temizlik ürünlerinde karşılaşılan bir durum. 2009 yılında bu konuya cevap bulmak için tüm üreticilere mektup yazan bir tüketici hakları kurumunun aldığı yanıtlar öyle afakiydi ki sorunun cevaplanabildiğini söyleyemiyoruz.
Örneğin hepimizin yakından tanıdığı bir temizlik ve kozmetik ürünleri üreticisi aynı kategorideki kadın ürünlerini erkek ürünlerine oranla %27 oranında daha yüksek fiyatla satıyor olmasının nedeni kadınlarınkinde ''cilt duyarlılığı teknolojisi'' kullandıklarını söyleyerek yanıtlamıştı. Ancak ürünün arkasındaki içerik etiketinde bu teknolojiye ait en ufak bir bilgi yer almadığı görüldü. Tıraş bıçaklarında da benzer açıklamalar var ve yine tabii kadınlara özel tasarım daha maliyetli olduğu söyleniyor.
ABD'de kabaca 400 deniz fenerinin bakım idaresinden sorumlu olan ABD Sahil Güvenliği aynı sis saptayıcıyı 20 yılı aşkın süredir kullanıyor. Sistem bunun için projektör kullanarak önceden belirlenmiş bir optik yola ışık tutuyor. Sonra geri yansıyan ışığı ölçüp yorumluyor. Saptayıcı görünürlükte bir azalmanın farkına varırsa birim deniz fenerinin elektronik donanımına sinyal gönderiyor ve bunun üzerine sis düdükleri ötüyor.
Fakat Sahil Güvenlik'e göre eski projektörlerin birçoğu bozuluyor ve yedek parçasını bulmak da mümkün değil. Ayrıca sistem sık sık hata yapıyor ve sis düdükleri berrak havada bile boş yere çalabiliyor. O yüzden de deniz fenerlerinde MRASS'a geçiliyor. Bu da olumsuz hava koşullarında yol bulmaya ihtiyacı olan gemicilerin sis düdüklerini kendilerinin çalıştırmasına izin veriyor. Standart VHF radyo kullanan bir denizci önceden belirlenmiş kanala gidip mikrofona beş defa tıklıyor. Bunun üzerine en yakınındaki sis düdüğünün alıcısı o kendine has inleme sesiyle 60 dakika boyunca ötüyor. Kulakları tırmalayan bu sesli sinyal 800 metre uzaktan duyulabiliyor.
Hepimize kat kat giyinmezsek hasta olacağımız söylenmiştir. Ancak bilim soğuk algınlığının hava durumundan değil rhino virüsten kaynaklandığını söylüyor. Aslına bakarsanız Yale Üniversitesi'nden araştırmacılara göre bu eski kocakarı masalında doğruluk payı olabilir. Araştırmacılar yıllardan beri biliyor ki rhinovirüs soğuk ortamlarda örneğin burun boşluğunda vücudun geri kalanından daha kolay çoğalıyor. Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde yardımcı doçent olan Ellen Foxman bunun nedeninin uzun zamandır bir sır olarak kaldığını söylüyor. Bilim insanları virüsün mü soğukta daha iyi çalıştığını yoksa bağışıklık sisteminin mi soğukta kötü çalıştığını bilmiyordu. Ardından Foxman ve arkadaşları her hücrede bulunan doğuştan gelme bağışıklık sistemini incelediler ve rhinovirüse farklı sıcaklıklarda nasıl tepki verdiğini araştırdılar. Laboratuvarda farelerin solunum yolundan alınma hücreleri incelediler ve bağışıklık sisteminin düşük sıcaklıklarda enterferon adlı proteini daha az ürettiğini bunun da soğuk algınlığı virüsünün çoğalmasına yol açtığını gördüler.
Bu yıl yayımlanan bir araştırmada insan hücrelerinde de benzer sonuçlar elde edildi. Vücut sıcaklığı daha yüksek olduğunda virüslerin büyümesini engelleyen doğal bağışıklık sistemi daha faal ve virüs genomunu bozan enzim daha iyi çalışıyor. Ekip şu anda vücudun rhinovirüsü baskılamak için kullandığı savunma yöntemlerini daha iyi anlamayı hedefliyor. Burnunuzu ısıtmak için soğuk havalarda atkı takmak soğuk algınlığına yakalanmayı engellemeye yardımcı olabilir ama Foxman'ın önerisi zararlıları burnunuza ağzınıza ya da gözlerinize taşımamak için sıkça elleri yıkamak. ''Eğer virüs burnunuzda değilse enfeksiyona zaten yol açamaz'' diyor.
Ay gibi bir uydunun kendi uydusu olamaz diye bir kural yok. Ama böyle bir alt uydunun varlığını sürdürebilmesi çok kolay olmayabilir. Her şeyden önce istikrarlı bir yörüngeye oturabilmiş olması şart. Bu da şu anlama gelir; alt -uydunun küçük olması ve yörüngesinde hareket ederken ana uydudan fazla uzaklaşmadan kalabiliyor olması gerek.
Dev Jüpiter kuvvetli çekim gücü nedeniyle sık sık gökcisimlerinin kendisine çarpmasına sebep oluyor. 1984'de Shoemaker-Levy 9 kuyruklu yıldızı gezegenin atmosferine daldığında Jüpiter'in kütlesine 1 trilyon kilogram eklemişti. Jüpiter'in kütlesi kendisine çarpan her yeni gökcismiyle biraz daha artıyor. Bilim insanları bu artışın bazen tek seferde 8 bin Dünya kütlesine eşdeğer olabildiğini gösterdi. Shoemaker-Levy 9 ile çarpışması sonrasındaki büyüme ise son derece nadir rastlanan bir durumdu. Tabii gezegene sürekli gökcismi yağdığını düşünürsek Jüpiter'in kütlesinin her geçen gün daha da arttığı sonucuna varırız. Ama bu yanlış bir çıkarım. Jüpiter sıcak bir atmosfere sahip. Hatta öyle sıcak ki gaz molekülleri hızla etrafa saçılıp gezegenin kuvvetli etkisini aşarak uzaya karışıyor. Dahası güneş rüzgarları da atomların bir kısmını iyonlaştırıp gezegenin manyetik alanına karıştırıyor ve buradan yine uzaya yayılıyorlar. Bir yanda çarpışmaların etkisiyle bir artış olsa da diğer taraftan yaşanan bu kayıpların etkisi çok daha fazla. Özetle, Jüpiter büyümüyor aksine her geçen saniye kütlesinin bir kısmını kaybederek git gide küçülüyor.
Ancak elma yemenin açlık hissine sebep olması, onun bir meyve olmasından kaynaklanıyor. Meyvelerde bulunan doğal şeker, yani früktoz beynin özellikle dikkat ve ödüllendirme mekanizmalarını etkileyerek bu birimlerde daha fazla nöral aktivite oluşmasını sağlar. Bunu şöyle de yorumlayabiliriz; beynimiz meyve yediğimizde ödül olarak bazı kimyasallar salgılıyor, dikkat seviyemizi artıyor.
Araştırmacılar bu ödül mekanizmasını tekrar hareket geçirmek için açlık hissettiğimizi söylüyor. Çünkü früktoz beynin bazı mekanizmalarını harekete geçirirken çok önemli bir uyarıcıyı atlıyor. Örneğin insülin hormonunu uyarmayı başaramaz. İnsülin salgılanmadığında az önce bir şeyler yemiş gibi olmuyor, açlık hissetmeye devam ediyoruz.
Bu soruyu zehirli yılan ve böcekleri bir tarafa bırakıp Afrika'ya özgü büyük memelilere odaklanarak cevaplayacaksak su aygırlarının insanlar için en tehlikelisi olduğunu söyleyebiliriz. Büyük memeliler tarafından öldürülen insanların sayısına bakıldığında en yüksek ölüm oranlarının su aygırlarının saldırısında ortaya çıktığı görüldü. Üstelik et yemeyi seven bir tür bile değil. Son derece büyük olup huysuzluklarıyla tanınan su aygırları hem karada hem de denizde çok hızlılar.
Tek bir ısırığıyla koca koca memelileri anında öldürebilecek kadar güçlü bir çene yapısı ve dev gibi dişlere de sahip olduğundan genelde saldırılarından canlı kurtulmak mümkün olmuyor. Su aygırları, insanların kendilerine fazla yaklaşmasından hoşlanmıyor. Zaten kısa sürede 'sinirlenebiliyor' olmasıyla ünlü olan bu tür böyle bir durumda hiç vakit kaybetmeden saldırıya hazır hale geçiyor. Biraz daha yaklaşmak o kocaman dişlerin tadına bakmaya razı olmak demek.
Haftada beş gün toplam 40 saatlik çalışma kuralını ilk uygulamaya koyan şirketlerden biri Ford oldu. Bunu yaparken fabrika işçilerinin maaşlarına günlük beş dolar zam yapmayı da unutmadı. Şirket yaptığı açıklamalarda haftada beş gün, günde 8 saat çalışmanın insanları hafta sonlarında ve akşam saatlerinde daha güzel vakit geçirmeye teşvik ettiğini söylüyordu.
Boz ayılar kaçan hayvanlara saldırmayı tercih ediyor. Bu onların içgüdüsel avlanma dürtülerini tetikleyen bir durum. Kaçmak yerine yüksek bir ağaca tırmanmak daha mantıklı. Ama kahverengi ayılar tırmanma konusunda çok usta olmasalar da siyah ayılar bunda iddialı. Bu yüzden ayılarla karşılaşan insanların yavaşça geri geri yürüyerek uzaklaşmaları tavsiye ediliyor.
Diğer gezegenleri araştırmak için uzayın zorlu ve sert koşullarına dayanıp hedefine ulaşabilen vardığında yine son derece zor koşullar altında çalışmaya devam edebilen robot kaşifler üretirken neden gezegenimizin merkezine gidecek bir robot yapmıyoruz? Dünyanın merkezine ulaşmak için 6.371 km boyunca içeriye doğru yol almak gerek. Bu yolculuğu bizim yapmamız mümkün değil.
Belki bir robot kaşif tasarlayabiliriz ama onun da çok yol alabileceğini söyleyemeyiz. Çünkü dünyanın merkezine yaklaşıldıkça basınç da muazzam oranlarda artıyor. Merkezdeki basınç okyanusların en derin noktasından bile 3 bin kat fazla. Sıcaklıksa 5.000 santigrat derece civarında. Yani merkeze doğru ilerlemek isteyen herhangi bir aracın önce önündeki engeli aşması tünel açarak ilerlemesi lazım. Ama bir noktadan sonra basınç çok fazla yükseleceği için en ufak olmaya başlaması da kaçınılmaz. Buna dayandı diyelim bu sefer de biraz daha ilerlerse aşırı sıcaklık yüzünden yanmaya başlar.
Güneş ışınlarına belirli bir süreden sonra fazla maruz kaldığımızda güneşlenirken vücudumuz ışınların etkisiyle oluşan aşırı ısınmayı önlemek için enerji harcamaya başlar. Bunun bir yolu terlemektir. Yeterince su içmediysek bu durum yorgunluk, uyuşukluk ve sıvı kaybına sebep oluyor. Süreyi ne kadar uzatırsak vücudumuzun harcadığı enerjide de o kadar artacağından bu etkiler daha fazla hissedilmeye başlar.
Piranaları konu alan filmlerin yanlış aktarımları nedeniyle hepimiz onlardan çok korkuyoruz. Zaten keskin dişleri yüzünden öyle korkunç görünüyorlar ki onları sevimli bulan bir insan rastlamak neredeyse mümkün değil. Güney Amerika'daki akarsularda yaşayan bu balık türü kendi içinde de sınıflara ayrılıyor. Örneğin etobur olmayanları bile var. Ama farklı sınıflardan olan piranaları ayırt etmek pek kolay değil. Bu yüzden konuyla ilgilenen uzmanlar da zorlanıyorlar. Dolayısıyla bir pirana gördüğünüzde etobur olup olmadığını anlayamazsınız.
Piranaların insanlara saldırıp onları saniyeler içinde parçaladıklarını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu tamamen uydurmaca. Böyle bir durumun gerçekleşebilmesi için en az 500 pirananın aynı anda saldırması gerek. Her ne kadar sürü halinde geziyor olsalar da saldırı bu kadar kalabalık bir grupla gerçekleşmiyor.
Üstelik canlı insanlara asla saldırmıyorlar. Piranalar sadece ölmüş veya ölmek üzere olan insanları yem olarak görürler. Örneğin ölümcül bir yaraya sahip olan biri onlar için av kategorisine giriyor. Etobur piranaların diyetinde insanların yanı sıra bir de kapibara adlı kemirgen yer var. Ama zorunda kalmadıkça ona da saldırmıyorlar.
Kış uykusuna benzer şekilde bazı tropikal iklim türleri yaz uykusuna yatıyor ve böylece metabolizma hızlarını yavaşlatıyorlar. Genelde uyku vaktinin geldiğini ani sıcaklık değişimlerine göre ya da suya erişimin zorlaşmasıyla belirliyorlar. Örneğin çöl kaplumbağaları, timsahlar ve tropikal kirpiler bu grupta.
Renkleri görmemizi gözdeki koni hücrelerine borçluyuz. Türlerin koni hücre sayısı birbirinden farklı. Tek tip koni hücreleri olanlar da var,16 farklı çeşide sahip olanları da. Koni hücrelerinin çeşidi ne kadar fazlaysa o kadar çok rengi ayırt edebilir oluyoruz. Rakunlar tek tip koni hücresine sahip.
Gördükleri bu iki renk hangisiyse tüm dünyayı ikisinin karışımıyla ortaya çıkan farklı tonlarla algılıyorlar. Örneğin köpekler renkleri böyle görüyor. İnsanlar ve diğer pritmatlarda çoğunlukla üç tip koni hücresi bulunur. Ama bazı araştırmalarda üçten fazla koni hücresi çeşidine sahip insanlar olduğu da raporlandı.
Güneş sistemimizdeki gezegenlerin çoğu kendi uydularına sahip. Astronomlar uzak gezegenlerin de bir ya da birkaç uyduya sahip olmaması için bir neden bulunmadığını söylüyor. Ama tabii uydular gezegenlerden çok daha küçük olduğundan bunları tespit edebilmek pek de kolay olmuyor. Hatta teleskoplarımızla görüntülediğimiz ötegezegenler binlerce ışık yolu uzakta oldukları için bir güneş sistemine dahiller mi yoksa tek başlarına mı bulunuyorlar sorusunu yanıtlamak bile zor.
Sonunda demiryolcular kırmızıyı 'dur', yeşili 'geç' sarı rengi de 'ikaz' sinyali olarak kullanmaya başladılar. Bilindiği gibi sarı, renk spektrumu içinde en göz alıcı renktir. Böylece makinist bir sinyalin bulunması gereken yerde beyaz ışığı görürse, bir şeylerin yanlış olduğunu anlıyor ve tedbirini alıyordu.
Karayollarına gelince, yollarda sadece atların ve at arabalarının bulunduğu tarihlerde bile dünyanın büyük şehirlerinde trafik sorundu. İlk trafik lambası otomobillerin ortaya çıkmasından çok önce 1868'de Londra'da kullanıldı. Gazla yakılan ve bir eksen etrafında döndürülebilen kırmızı ve yeşil lambalar bir yıl sonra patlayıp, kendilerini çeviren polisi de yaralayınca bu uygulama ortadan kalktı.
Ama öte yandan otomobillerin ortaya çıkması ve şehirlerde dolaşmaya başlamalarıyla birlikte durum iyice kötüleşti. Çeşitli şehirlerde değişik uygulamalar yapıldı. Demiryollarındaki uygulama örnek alındı ama demiryollarında birbirine paralel iki hat vardı. Bu sistem iki yolun kesiştiği kavşaklarda işe yaramıyordu.
Sonunda günümüzdekilere benzeyen ilk elektrikli otomatik trafik lambasını, ilkokul mezunu ve ABD'deki Cleveland'da otomobil sahibi ilk siyah olan Garrett Morgan geliştirdi. 1914'de ilk denemelerine başlayan Morgan 1923'de de patentini aldı. Morgan 1963'de ölümünden az önce patentini 40 bin dolara General Electric firmasına sattı.
Morgan'ın lambaları demiryollarına benzer şekilde bir "T" üzerinde kırmızı ve yeşil iki lambadan ibaretti. Çok geçmeden ikaz anlamında sarı lamba da ilave edildi ve uygulama bütün dünyaya süratle yayıldı. Aradan geçen yıllara rağmen sarı renk hala 'ikaz' anlamındadır ama günümüz sürücüleri onu 'geç' sinyali olarak algılıyorlar.
Bu da kan dolaşımını sağlıklı seviyeye getirip kan basıncını düşürüyor. Aynı etken madde vücudun insulin duyarlılığını da dengeleyip kan şekerini kontrol altına aldığı için şeker hastalığı riskini düşürüyor. Ancak bunların gerçekleşmesi için yenilen çikolatanın flavonoidler açısından zengin olması gerek.
Gözdeki koni hücreler dalga boyuna duyarlı bir ışık alıcısı gibi çalışıyor. Bu hücreler retinada, gözün hemen arkasında. İnsanların çoğunda üç tip koni hücre var. Bazılarımızdaysa sadece iki tip. İki tip koni hücresi olanların büyük çoğunluğu erkek. Çünkü bu sayıyı belirleyen gen cinsiyet kromozomlarında yer alıyor.
Wilson, gezegenimizin sunduğu kaynakları ne hızla tükettiğimizden yol çıkarak, dengenin bozulacağı bir nokta olacağını, onu aştığımızda dünyanın destekleyebileceği maksimum insan sayısına varmış olacağımızı söylüyor. Ancak 10 milyar sayısı, öncelikle besin kaynakları düşünülerek ortaya atılmış bir tahmin. Bazı bilim insanlarıysa gezegenimizin çok daha fazla insanı rahatlıkla besleyebilecek düzeyde olduğunu, böyle bir üst limit bulunmadığını ileri sürmekte.
Yapılan hesaplar, 2100 yılına kadar insan nüfusunun 10 milyara ulaşacağını gösteriyor. Diğer taraftan Birleşmiş Milletler raporlarına göre aileler git gide küçülmekte. 230 ülkeden elde edilen veriler, günümüzde insanların önemli bir bölümünün çocuk sahibi olmak istemediğini gösterdi. Küresel üreme oranı bu şekilde azalarak devam ederse nüfusun kendini yenileme seviyesi de düşeceği için, insan nüfusunun bu yüzyılın sonunda 9 ila 10 milyar arasında sabitleneceği söyleniyor.
Kuşların kalabalık bir sürü halinde birbirlerine neredeyse değecek kadar yakın durarak uçtuklarını hepimiz görmüşüzdür. Avusturalya Queensland Üniversitesi bilim insanları bunun nasıl olabildiğini araştırdı. Araştırmanın sonucu kuşların bu kusursuz ölçüm becerisini milyonlarca yıllık evrim sürecinde edindiğini söylüyor.
Kuşlar var oldukları günden beri uçuyor. Biz insanlarsa uçmak için tasarladığımız araçları henüz geliştirmeye başladık sayılır. Araştırmada kuşlar dar bir tünelde uçurularak birbirleriyle çarpışıp çarpışmayacaklarına bakıldı. Görünen o ki hiçbir zaman çarpışmıyorlar. Hızla karşı karşıya geldikleri her seferde sağa doğru kaçtıkları ya da yüksekliklerini karşıdan gelen diğer kuşlara göre ayarladıkları görüldü. Araştırmacılar, kuşlardan öğrendiğimiz bu ''sağa doğru kaç'' kuralını kendi hava araçlarında uygulamamız gerektiğini düşünüyor.
İddiaya göre kaynamış ve soğumuş olan suyu tekrar kaynattığımızda kimyasal yapısı değişip zararlı hale geliyor, arsenik içeren bir su içmiş oluyorsunuz. Su kaynayıp buharlaşırken zaten içinde zararlı içerik varsa temizlenmiş olur. Ama örneğin ağır metaller ve radyasyon içeren bir suyu kaynatarak temizleyemezsiniz. Bunlardan temizlenmek için filtre edilmesi gerek.
Ama çayınız için gereken suyu dere gibi içeriğini bilmediğiniz bir kaynaktan aldıysanız içinde her şey olabilir. O zaman mevcut suyun içindeki zararlı maddelerin yoğunluğunu artırmış olursunuz. Sonuçta bu suda arsenik varsa evet arsenik yoğunluğu da artar. Ama kaynatarak arsenik oluşturma ihtimaliniz de yok.
Onikofaji yani tırnak yemek için duyulan dürtü konusunda birçok farklı teori var. Freudyen yaklaşıma göre özetlersek; tırnak yeme alışkanlığı psikolojik gelişimin oral evresinde takılı kalmış olmakla alakalı. Bu dönem, psikoseksüel gelişim evrelerinin başlangıcı. Yani yaşamın en güçlü haz kaynağının ağız olduğu ilk yılları kapsıyor.
İlerleyen yaşlarda oburluk tırnak yeme ağız yoluyla alınan bir şeylere bağımlılık geliştirme gibi sonuçlar doğurabilir. İnsanların %20'si tırnak yeme alışkanlığına sahip ama bu konuda yeterince araştırma yok. Terapistler de genelde belirli teoriler üzerinden çıkarım yapıyor. Bazılarına göre bunun sebebi mükemmeliyetçilik ya da stresle baş edememe.
Sebebinin mükemmeliyetçilik olduğunu düşünenler, tırnaklarımızı yiyerek hepsini istediğimiz şekle sokma çabası hissettiğimizi söylüyor. Stresle baş edemediğimiz için tırnak yediğimizi söyleyenlerse bunu sosyal becerilerin yeterince gelişmemiş oluşuna ya da kişinin sosyal çevrede kabul görmüyor olmasına bağlıyor.
Kendi dışkılarını yiyen hayvanlar genelde bitkilerle besleniyor. Bitkileri sindirmek bazı türler için pek de kolay bir iş değildir. Tam olarak sindiremediklerinden, dışkı olarak çıktığında bile hala besin değerine sahip oluyor. Bu nedenle bazı kemirgenler ve tavşanlar kendi dışkılarını atık olarak görmez.
Kışkırtma sinirlendirme gibi hoşa gitmeyen davranışlarla karşılaştığımızda soğukkanlı sakin ve rahat kalabilmek zaten kolay değildir. Bunun için kontrolü yitirmeyip kendimize hakim olmayı başarmak gerek. Psikolojide bununla ilgili birçok teori var ama hemen hemen hepsinin hemfikir olduğu biyolojik bir gerçek söz konusu; irade gücü kan şekeri düzeyiyle yakından ilişkili.