Bir ülkede demokrasinin ne kadar yerleştiğinin, içselleştiğinin göstergelerinden biri de seçimlerin dürüst bir şekilde yapılması ve sonuçlara gösterilen saygıdır. Türkiye’de seçimlerin, referandumların gerçekleşme süreçleri her oylamada giderek daha açık daha şeffaf bir şekilde, kurallara uygun bir biçimde yapılmaktadır. Oylamalardan sonra bazı itirazlar ortaya çıksa da bunlar kaybeden parti veya adayların psikolojisini yansıtan, sonucu değiştirmeye yetmeyecek küçük ölçekli sorunlara işaret etmenin ötesine geçmeyecek münferit olaylar olarak kalmaktadır. Bu bakımdan 16 Nisan referandumunun %85 gibi yüksek bir katılımla neredeyse önemli hiçbir olay yaşanmadan gerçekleştirilmesi başlı başına bir siyasi başarıdır.
16 Nisan Referandumu’nun ortaya koyduğu ilk gerçek şüphesiz sistem değişimine karar verilmiş olmasıdır. Sıkça üzerinde durduğum gibi 27 Mayıs Anayasası’nın ve arkasından gelen her darbenin tahkim ederek ‘parlamenter sistem’ adı altında yürürlüğe koyduğu militarist sistemin değiştirilmesine doğrudan doğruya halk karar vermiş bulunmaktadır. ‘Eski sistemin kuvvetler ayrılığını getirdiği, bu sebeple böyle eleştirilemeyeceğini’ düşünenlere hemen hatırlatmak gerekir ki 61 Anayasası’ndan sonra kurulan sistem kuvvetler ayrımına değil militarist ideolojinin etrafında bütünleşmiş ‘tek bir kuvvete’ dayanmaktaydı, halkın katılımıyla şekillenen Meclis’ten bu kuvvetler birliğine bir itirazın yapılması ancak yeni bir darbenin gerekçesi olmaktan başka bir anlama gelmemiştir.
Yeni düzen yeni sistem
16 Nisan’da sandığın ortaya koyduğu bir başka gerçek ise sistemin değişmesi gerektiğine inananlardan daha az olsa da buna katılmayan bir kitlenin bulunduğudur. Oylama sonuçlarının analizini yaparak bu durum değerlendirilebilir fakat şurası açıktır ki; yeni sistem inşa edilirken hangi gerekçeyle olursa olsun değişimden yana tercih kullanmayanların endişelerini, tereddütlerini dikkate alacak bir yaklaşıma ihtiyaç vardır.
Demokrasi toplumsal çoğulculuğun siyasal çoğulculuğa dönüşme imkânlarının olduğu rejimin adı olduğu gibi çoğulculuk içinde yönetimin, hükümetin kimler tarafından yürütülmesini ve kararların belirlenmesinin de çoğunluk tarafından gerçekleştirildiği rejimdir. Yürütmenin süresi, kararların uygulama biçimleri anayasalardan başlayarak, yasalara ve diğer mevzuata kadar çeşitli düzeylerde düzenlenirken demokratik süreçler yani ‘çoğulculuk’, ‘katılım’ ve ‘çoğunluk’ ilkeleri birlikte dikkate alınır. Bu bakımdan anayasa değişikliğinin oylanıp kararlaştırılmasından sonra meselenin bir sistem değişimi gibi yapısal bir olay olduğunu unutmadan süreci yönetmek gerekmektedir; şimdiye kadar çok defa karşılaşıldığı üzere Meclis’te ‘çoğunluğun dediği oluyor’ gibi itirazlar anlamlı değildir fakat karar süreçlerine katılımı sağlayacak tartışmaların geliştirilmesi önemlidir.
“Uzlaşma, çoğunluğun inkâr ederek onu etkisiz kılarak değil, onun bu demokratik konumunu kabul ederek, birlikte bir şey nasıl yapılabilir anlayışı içinde üretilebilir. Bu bakımdan referandum sonrası aşamada, toplumda ve Meclis’te bu sorumluluk anlayışıyla hareket etmek toplumsal barışa katkı yapabilir, aksinin çatışmacı-kutuplaşmacı bir tavır olacağını söylemeye gerek yoktur.”
Yeni sistemin hukuku
Artık sistem değiştiğinden buna göre davranmak gerekmektedir. Ortada yeni bir anayasa vardır, bu anayasanın bazı hükümlerinin hemen, bazıları 2019’da yürürlüğe girecektir. Buna rağmen bugünden başlayarak anayasayı bütünüyle hayata geçirmek için bir dizi kanun, yönetmelik gibi bütünüyle siyasal düzeni yeniden yapılandıracak değişikliye ihtiyaç olmakla birlikte bir zorunluluk da bulunmaktadır.
Bu sebeple söylemek gerekir ki, eski siyasal sistemi ayakta tutan bütün mevzuatın değiştirilmesi görevi Meclis’in üstüne düşmektedir, fakat bu yapılırken takip edilecek yaklaşım da önemlidir. “Sistem değiştiğine göre benimsenecek yaklaşımın, kanunların ruhunun yeni sisteme uygun halde düzenlenmesini sağlayacak hassasiyeti taşıması gerekmektedir.”