Bugün Türkiye’nin önünde duran esas meselenin yerli-milli olmak veya olmamakta düğümlendiğini düşünüyorum. Konjonktür ne olursa olsun, ülkenin önüne hangi sorunlar çıkarsa çıksın bunların üstesinden gelinmesinin, çözümünün ilk şartı yerli ve milli olmaktan geçer. Bu durum içinde yaşadığımız çağda geçerli olduğu gibi milletler ve ülkeler arasında rekabetin, mücadelenin, karşılıklı ilişkilerin, farklılaşmaların devam ettiği her tarihsel dönem için de geçerlidir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın teröre karşı yapılan İstanbul mitinginde yaptığı konuşmada, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde beş yüz elli ‘yerli ve milli milletvekili’ görmek istediğini söylemesi geniş bir yankı yaptı. Sayın Cumhurbaşkanının ‘yerlilik ve millilik’ vurgusundan rahatsız olan kimileri olduğu gibi, şüphesiz bundan mutlu olanlar onlardan çoktu.
Her şeyden önce yerli-milli olmak ne demektir, neden yerli-milli olmak önemlidir, bunu mutlaka anlamak gerekir. Eğer bir toplumun elitleri bu niteliklere sahip değillerse, o zaman iş çok zor demektir.
Gönüllü sömürgecilikten kurtulmak
Sömürgeciliğin belli özellikleri vardır. Bunlardan birincisi, sömürge haline getirilen ülkelerin tabii zenginliklerinin yağmalanması; ikincisi, sömürgelerin insan kaynağının metropol ülkeye taşınması; üçüncüsü, sömürge yönetimi kurdukları ülkelerin içinden devşirdikleri bir grubun ülke yönetimine ortak edilmesini, söz sahibi olmasını sağlamak. “Bu grup başta aydınlar, siyasetçiler olmak üzere, askerler, işadamları ve çeşitli elitlerden oluşmaktadır. Sömürgeciler bu devşirme gruplar vasıtasıyla, yerli halkın üzerinde kendilerine bağlı bir egemen zümre iktidarı kurarak, ele geçirdikleri coğrafyalarda uzun dönemli kalıcı bir düzen inşa etmişlerdir.”
Bizim ülkemiz, bilindiği gibi büyük bir imparatorluğu kaybetmiş olmamıza rağmen sömürge olmamış, tam tersine sömürgeciliğe karşı savaş kazanmış bir ülkedir. Millî mücadele vermiş, sömürgeciliği ilk olarak Çanakkale’de sonra Kurtuluş Savaşı sürecinde iki defa yenmiş olmasına rağmen ‘sömürgeciliğin devşirme/yönetme siyasetine’ maalesef maruz kalmıştır. Burada açık olan Batılılaşma ideolojisinin bu süreçte başat rol oynamasıdır.
Erken Cumhuriyet döneminde Batıcı ideolojinin etkisinde olan kadroları oluşturan siyasetçiler, aydınlar, bürokratlar, askerler bu ideolojinin tesiriyle halktan uzaklaştıkça, sömürge yönetimlerinin kadrolarına benzer tutumları benimsemişler, böyle davrandıkça da halkı karşılarına almışlardır. Böylece, Cumhuriyet halktan koparak otoriterleşmiş; ideolojik eksende bütünleşen Batıcı kadro sömürge yönetimleri gibi kendi halkına karşı işbirlikçi konuma düşmüştür. Bu durum bu toprakların ruhuyla çelişir.
Bu ülkenin ruhu
Bu çarpık anlayış, Türkiye’nin siyasal bölünmelerine aynen yansımış bulunmaktadır. Rejimin demokratikleşmesi karşısında yer alanların aynı zamanda Batılılaşma ideolojisinin savunucuları olmaları tesadüf değildir. Türkiye ile Batı arasında ki bağımlılık ilişkilerini kuran da onlardır, bugün bu ilişkileri değiştirip normalleştiren Erdoğan-Davutoğlu siyasetine karşı çıkan da bu anlayıştakilerdir.
“Bu yerli ve milli ruh; bu topraklarda bin yılda işlenmiş birlikte yaşama kültürüyle şekillenmiş, farklılıkları yok etmeden zenginleştirerek yeniden üreten, bu topraklara ait olduğunu hisseden kimseyi dışarıda bırakmayan, ‘devleti herkesin devleti’ haline getiren bir adalet ve paylaşım sisteminden beslenir.”
Cumhurbaşkanının çağrısı; Batı’yla kurulan ideolojik hatta organik bağların kırılması, bağımlılık ilişkilerinin koparılıp atılması için yerli olana; Türkiye’ye ait ne varsa onu savunmaya, bunu yapmak için de milli olana, yani millete ait değerlere, milli iradeye dayanan bir çağrıdır.
Bu anlayışın Meclis’teki bütün partilere, siyasetçilere yansıması ise sorunların bütünüyle aşılması, çözülmesi olacaktır.