Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığının açıklanmasından sonra, seçim çalışmasına Samsun ve Erzurum’dan başlaması garip bir tartışmayı başlattı. Bir kısım liberal hızlarını alamayıp “Erdoğan’ın Kemalistleştiğini” yazıp söylemekle kalmadı, aralarında unvanları siyaset bilimci olanlar dahil, bazı akademisyenlerin bu meseleyi “Kemalizm üzerinden izah etmeye” kalkması garip bir tablo yarattı.
Aslında şu basit soruyu cevaplandırmak bile, bu nitelendirmenin bırakınız yanlışlığını, tutarsız ve saçma olduğunu ortaya çıkarmaya yetecektir. Bilindiği gibi Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışı Milli Mücadele’nin başlangıcına işaret etmektedir. Kongreler süreci ise milli mücadelenin sadece askeri bir mücadele değil “siyasi bir niteliğinin” olduğunu göstermektedir. Kongreler ve bu siyasi süreç, aynı zamanda milli mücadelenin doğrudan doğruya “milli iradenin” zamanın şartları içerisinde desteğini alan bir siyaset anlayışını yansıtmaktadır.
Yola Samsun’dan çıkmak
Bilindiği gibi milli mücadelenin yürütücü merkezi, Ankara’nın kalbindeki o mütevazı taş binada toplanmış olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Orada “Kemalizm, Atatürkçülük” gibi daha sonraki dönemlerde ortaya çıkacak anlayışlar yoktur. Meclis’in reisi Mustafa Kemal Paşa milletin ordusunun başkomutanı seçilmiştir.
Bugün Başbakan Erdoğan’ın siyaset anlayışının dayandığı meşruiyet ile “milli mücadelenin siyaset anlayışının” dayandığı temel arasında “kurulan bağ” sadece sembolik bir ifade değil, aynı zamanda günümüzde “antidemokratik eğilimlere” karşı da, ısrarla bir siyaset biçiminin sürdürüldüğünün ifadesi olarak görülmelidir.
Bu tartışmaları yapanların, bazı kavramları fetişleştirip, anokranizm içinde, kavramlar üzerinden durumu açıklamaya çalışmaları “olguyla, kavram arasındaki ilişkileri” gözardı ederek meseleyi açıklama çabaları, ciddi bir yöntem sorunudur. Basitçe açıklamak gerekirse, Kemalizm tarihsel ve sosyolojik bir olaydır. Dolayısıyla Kemalizm’i ortaya çıkaracak tarihsel şartlar milli mücadelede değil milletin iradesiyle kurulmuş siyaset kurumunu, bürokrasinin ele geçirerek, bir zümre tahakkümüne dönüştürmesiyle ortaya çıkacaktır.
Bilindiği üzere Kemalizm daha sonra Cumhuriyetin otoriter bir rejime dönüşmesinin, tek parti yönetiminin kurulmasının ideolojik çerçevesini oluşturmuş, 1950’de çok partili demokratik hayata geçişten sonra da yine bu iktidar zümresinin, askeri müdahaleler, darbeler döneminde, bu “demokrasi karşıtı eğilimlerinin” dayandığı ideoloji olmuştur.
Yeni güçler, yeni durum
Bugün Türkiye toplumsal olarak devlet içerisinde bürokrasinin “siyasal özerkliğini” ortadan kaldıracak toplumsal değişme süreçleriyle birlikte “yeni bir toplumsal sözleşmeyi gerçekleştirme aşamasına” gelmiştir. Bürokratik devlet geleneğinin, toplumsal müttefikleri olan devletçi-kapitalistler, aydın-bürokratlar ve askerler arasındaki “tarihsel ittifak” karşısında, “çoğul sivil güçlerin yükselişi” dengeyi millet iradesi yönünde değiştirdiği için, Türkiye’nin demokratikleşmesi önlenemez bir hal almıştır.
Halkın cumhurbaşkanını doğrudan seçmesi, bu dengelerin bütünüyle değişmesine yol açacak önemli bir aşamayı ifade etmektedir. Devlet içerisinde, bu eski yapının “millet iradesine karşı korunmuş-imtiyazlı bir alanının” kalmayacağı bir sürece girilmektedir. Bu bir sonuç değil, yeni bir başlangıç sayılmalıdır.
Çünkü eski yapının mirası olan devlet teşkilatındaki anti demokratik unsurlar, mevzuat, teamül, anayasa ve daha da önemlisi “siyasi zihniyetin dönüşeceği” bir aşamaya geçilmektedir. Başbakan’ı “Kemalist olmakla” suçlayanlar, aslında Kemalizm’in tortuları üzerinden siyaset yapma arayışında olduklarının ne kadar farkındadırlar?