Toplumsal değişim hız kazandıkça, kimi zümrelerin, grup ve toplulukların yaşadığı bazı sorunların büyüdüğü, ciddi rahatsızlıklara sebep olduğu görülmektedir. Bu sorunlardan biri, toplumsal yapıda meydana gelen değişmelerin hızlanması sonucu, eski yapı içinde yer alanların, yaşadıkları konum kaybına gösterdikleri tepkinin boyutlarıyla ilgilidir. Diğer önemli bir olay, eski yapı içinde yer alanların, siyasetle kurdukları ilişkinin değişmesinin meydana getirdiği problemlerdir. Bir diğeri ise, yeni yükselen toplumsal güçlerin, özellikle de bunların devletle kurdukları yeni siyasal ilişki biçiminin eski yapı içinde, egemen konumda bulunanlarda yarattığı tedirginlik veya endişeyle ilgilidir.
Hızlı toplumsal değişme süreçlerinde, sosyal sorunların yaşanmasında şaşılacak bir şey olamaz, yalnız Türkiye’de yaşanan olayın neredeyse ‘kolektif bir çıldırma halini’ aldığını gösteren olaylara şahit olmak, nefret söyleminin yaygınlaşmasını görmek, farklı olanın düşman olarak tanımlandığı bir anlayışın çoğaldığını gözlemlemek, normal bir durum değildir.
MESELE SOSYAL
Bu anormalliği üreten esas kaynak bir devrin ‘ideolojik hegemonyasıdır’; bugün bu tepkisel, sağlıksız davranışları üreten zihin dünyasının arkasında bu sığ ‘ideolojik hegemonyanın’ yeni durumu kavrayamaması, yetersiz kalması ve tahammülsüzlüğü yatmaktadır. Unutmayalım 20. yüzyılın Türkiye’si köylü/kırsal bir toplum manzarasına sahipti; bu yapının en önemli sorunu, demokrasiyi, başta bireysel hak ve özgürlükler olmak üzere insanın varlığını hissetme/gerçekleştirme motivasyonunu, talebini ortaya çıkaracak dinamiklerden mahrum olmasıdır. Burada şu soruyu çok anlamlı bulurum: Köylü toplumlarının efendisi kimdir veya kimlerdir?
Sorunun cevabı Türkiye’nin 20. yüzyılının tarihinde yatmaktadır: Bunlar, bürokratlar ve askerler ya da askerler ve bürokratlardır. Dolayısıyla eski hegemonik güç ilişkileri bu iki zümreyle ittifak eden, tarımsal toplumun aydınlarını, tüccar ve işadamlarını kapsamaktadır. O halde değişim, bu zümrelerin toplumsal konumlarını sarstıkça esas itibarıyla onların ‘dünya görüşlerini’ yani varlık, insan-evren anlayışlarını, insan-toplum-devlet- ilişkilerinin anlamını alt üst edip kendi konumlarını farklılaştırmaya başlayınca, ‘hegemonyanın çökmesi kaçınılmaz’ olacaktır.
DEMOKRASİYE DİRENÇ
Buraya kadar olanların, her toplumsal yapı değişmelerinde gözlenebilecek olaylar olduğunu söylemek mümkündür fakat bu eski yapı içinde dolayısıyla ‘ideolojik hegemonya’ içinde yer alanların devletle kurdukları ‘siyasal ilişkinin değişimiyle’ işin çığırından çıktığı görülmektedir.
Bu tutumun, sosyal medyadan kitlesel medyaya, siyasetten çeşitli kitle örgütlerine kadar muhtelif zeminlerde çoğalttığı ötekileştirici, nefretten düşmanlığa uzanan bir dil bulunmaktadır. Bu dilin ürettiği sağlıksız tutum, bir ‘çıldırma halini’ alınca insanın aklına ‘bu insanlar hep birlikte nasıl çıldırdı’ sorusu gelmektedir.
Normalleşmenin, sağlıklı toplum olmanın yolu, elbette daha fazla özgürlük daha fazla demokrasiden geçmektedir fakat ötekini anlamadan, zihinsel olarak eski toplumsal yapının tortularından kurtulmadan mesafe almak zor görünüyor.