Salı sabahı erkenden gittim Çağlayan'daki yeni adliye sarayına.
Dava saati 10.00, 'salon küçücük' bilgisi kulağıma önceden gelmiş.
Sıra beklenecek belli.
Bu dava benim için çok önemli.
Heyecanlı ve gerginim o sebeple.
Hayatımda ilk defa düşünce suçlularının yargılanışına tanıklık edeceğim.
Tarihi bir an yani.
***
Her bir sanık için sadece üç kişiye izin verilmiş.
Adları önceden belirlenmiş üç yakın.
Davanın görüleceği mahkeme salonuna giden koridor özel güvenlik şirketinin elemanlarınca tutulmuş. Yüksek sesle isim okunuyor ve yakınlar salona alınıyor.
14 sanıklı bir dava bu 'Odatv' davası. Yani salona alınacak toplam yakın sayısı 42. Her sanığın en az iki avukatı var, o da etti 28. Salon ise sadece 50 kişilik.
Kapıda 'abimi ben görmek istiyorum' pazarlığı yapan kız kardeşler, güvenliğe iki gözü iki çeşme ağlayan teyzeleri görmek insanın içini yakıyor.
***
Hem mesele avukat ve yakınlarla da bitmiyor.
Yerli-yabancı gazeteciler, haber ajansları, meslek örgütleri ne olacak?
Peki ya mahkemeyi takip etmek isteyen vatandaş?
Yok! Onlara geçiş hakkı yok!
Hem zaten gerek de yok.
'İçeridekiler çıkınca size anlatır' diyor pişkin bir memur!
***
İki saat bekledikten sonra sanık yakınlarından birinin dışarıya çıkmasını rica ettim. Ancak o çıkınca yerine ben girebildim.
Mahkeme salonu tıklım tıklım. Hakim 'Ayakta kalan salonu terk etsin' dediğinde herkes yerlere oturuyor.
***
Bir sıra polis, bir sıra jandarma olmak üzere etten 'iki taraflı' duvar örülüyor. Ve sanıklar tek tek içeriye alınıyor. Yerlerine oturtuluyor. Avukatlar yerleşiyor ve hakim kürsüye çıkıyor.
Konuşmaların hiçbiri duyulmuyor. Özelliklede önemli kısımlar. Ayarlansa bu kadar olur yani.
Derken Yalçın Küçük söz istiyor.
Etrafımda kikirdemeler duyuyorum.
Resmen Yalçın Küçük ve 'halleri' fenomen olmuş.
***
Hakim yeni mahkeme tarihini açıklıyor ve duruşma bitiyor. Sanıklar bir bir gönderilecek.
Dayanamıyorum, oturduğum sandalyede ayağa kalkıyorum.
Önce enselerini görüyorum.
Sonra ayağa kalkışlarını.
Doğan Yurdakul ve Soner Yalçın yan yana. Doğan Bey'le göz göze geliyoruz. Hemen gülümsüyor, el sallıyor.
Soner Yalçın'ın yeni saç ve sakal tıraşı çok iyi olmuş. Kırmızı çerçeveli gözlükleri ve verdiği kilolarla en 'şık' mahkum olmaya aday.
Hemen önlerinde Ahmet Şık, Nedim Şener duruyor.
İkisini de gıyaben tanıyorum. Yani fiziki özelliklerini bilmem. O yüzden uğradıkları değişimi anlamam zor. Ama Nedim Şener'in çok kilo verdiğini anlamak için sadece gören bir göz yeterli.
Yalçın Küçük aynı, gram değişime uğramamış. Sadece mahkeme salonunda olduğu için başında kalpak yoktu.
Hepsi tek sıra halinde kapıya doğru yürümeye başladılar.
***
Sanıkların götürülmeye başlandığının anlaşılmasıyla oturmakta olan herkes ayağa fırladı. 'Oğlum' diye haykıranlar, yakınlarının adını bağıranlar arasında Ahmet Şık'ın 'Merak etmeyin geleceğiz' dediğini duydum. El sallayarak binanın en alt katında bekleyen cezaevi aracına bindirilmek üzere götürüldüler.
Yerime çöktüm. Uzun zamandır canımın böylesine yandığını hissetmemiştim.
Tebrikler; Kutlukan Perker'e
Türkiye gazeteciler sendikası özel olarak yaptırdığı tişörtleri sanık ailelerine, davayı izlemeye gelen gazetecilere dağıttı.
Her birinin üzerinde farklı bir illüstrasyon olan bu tişörtler çok medeni bir görüntü sergiliyordu. Pankart açmak, slogan atmaktansa üzerine giydiğin tişört sessizce ne demek istediğini gayet net ifade edebilmene neden oluyor.
Her biri birbirinden etkileyici çizimler 'gazetecilerin özgür olmadığını' anlatıyordu. İllüstrasyonlar Kutlukan Perker imzası taşıyordu.
Hayal kırıklığının da ötesi
Dava günü meslektaşlarımın içinde bulunduğu duruma çok üzüldüm. Yanlış anlamayın üzüldüklerim içeride olanlar değil dışarıda kalanlardı.
Mesela; meslek örgütleri birbirine girdi. Bayağı beddualı filan. Herkes aynı amaç, aynı gaye için buluşup nasıl birbirinden bu kadar nefret edebilir anlamak mümkün değil.
Gazetecileri içeriye almayacakları açıklandığında buna toplu olarak itiraz etmek yerine 'nüfuzunu' kullanarak pardösüsü ile salına salına mahkeme salonuna giren, arkasında bıraktığı genç-yaşlı meslektaşlarının yüzüne bile bakmayan 'yazar'a ne demeli! O gün hepimiz öncelikli olarak dayanışma için oradaydık, haber atlatmak için değil. Keza oradan çıkartabildiğin tek haber salonun metrekaresi oldu!
Bir de mütemadiyen kutuplaşmak isteyenler var.
'Onlar Ahmetçi ama ben Nedimciyim. Ve bu Nedim onlar yüzünden oralara düştü' tavrıyla dolaşıyor. Keza bu düşüncelerini dillendirmekten de utanmıyor.
Oysa koca adam. Akıllı fikirli, okumuş, yazmış gibi de duruyor. Zaten insanı ummadıkları hayal kırıklığına uğratabiliyor.
Mahkemeye kimin için gittin?
Hala bu soruyu aşamamış olmak, acıklı bir tablo ortaya çıkartıyor.
Biraz önce bahsettiğim gibi kendi içinde kavga eden bir topluluğun girdiği herhangi bir tartışmadan da kazançlı ayrılması mümkün olmuyor.
Mesele gayet net bir meseledir. Gazetecilerin hapiste olmasına seviniyor ya da üzülüyorsundur. Yarısına sevinip yarısına üzülemezsin. 'Aman ben onun yazılarını hiç okumazdım, herif zaten arkadaşım da değil bana ne' ile meslek onuru kurtarılamaz. Ya da 'o daha önce benim hakkımda çirkin bir yazı yazdı' diye de bir gazetecinin hapiste olması sevindirici kabul edilemez. Sırf arkadaşın olduğundan hapisteki biri için mücadele etmek kadar saçma bir durum bu. Ortada ya haklılık ya da haksızlık vardır. Arkadaşım haklı, olmayanlar haksız diyebilmek, ilkokul çocuğuna dahi yakışmayacak ahlaksızlıkta bir tavırdır! Mesele arkadaşlık meselesi değil mesleki bir meseledir. Orada yatanların hiçbiri ne senin arkadaşın olduğu, ne benim düşmanım olduğu, ne benim sevdiğim, ne de senin şahsen hoşlanmadığın biri olduğu için orada yatmıyor! O yüzden ya tüm meslektaşların adına elini taşın altına koy ya da hiç koyma.