Türk medyasında özellikle son haftalarda olağanüstü bir savrulma yaşanıyor.
Acaba ben de savruldum mu diye bir arşiv taraması yaptım!
Bugün arşivimden bazı yazılar paylaşarak bu sorunun cevabını sizlere bırakıyorum.
Bunlar; "teröristbaşı(!)" İlker Başbuğ'un yargılanması; 27 Nisan e-muhtırası ve AK Parti'yi kapatma davasıyla ilgili..
Son ikisine dair yazdıklarım nedeniyle "AK Parti yalakası", ilk konuya dair yazdıklarımdan dolayı ise "Ergenekon muhibbi" olarak itham edilmiştim.
Şimdi tarihleriyle beraber bu üç konuda yazdıklarımdan birkaç paragraf aktarıyorum:
BİR: İLKER BAŞBUĞ'UN YARGILANMASI.. (Yazı, rotahaber.com'da 28 Mart 2012'de yazıldı.)
"..Başbuğ'un tutuklanmasına daha ilk günden karşı idim, bugün de kanaatim değişmedi.
Başbuğ hakkında dava açılması ise doğruydu. Doğruydu ama isnat edilen suçlama yanlıştı.
Açayım: Başbuğ hakkında açılan davadaki müsnet suç, "Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etmek, bu amaçla silahlı terör örgütü kurma ve yönetme" suçudur.
Bu suçun cezası ise ağırlaştırılmış müebbet hapistir.
Evet ben Başbuğ hakkındaki iddiaların dayandığı delillerin yeterli olmadığı kanaatindeyim.
Başbuğ hakkında bir dava açılacak idiyse bu davanın dayandığı maddeler Askeri Ceza Kanunu'nun 148. maddesi ile Türk Ceza Kanunu'nun 257. maddesinin 1 ve 2. fıkrası olmalı idi..
Anılan maddelerden ilki "askerin siyasi beyanda bulunmamasına" ilişkindir.
Bahsettiğim sonraki madde ise, "görevi kötüye kullanma ve görevi ihmal etme" suçlarına ilişkindir.
Başbuğ, "İrtica ile mücadele eylem planına" ilişkin olarak yargılanacaksa bu, TCK'nın 257. maddesinde belirtilen görevi ihmal suçunun unsurlarına bakarak mümkün olabilir. Hukuk bilgim ve vicdanım bunu emrediyor.
Kaldı ki, Başbuğ'un yargılanma yeri, Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi'dir. Bu konuda özel yetkili savcılık, özel yetkili ağır ceza mahkemesi ve Yargıtay, usul hukukunu ya bilmemektedir ya da bilerek yanlış karar vermektedir. Üçüncü şık yoktur.
İKİ: 27 NİSAN E-MUHTIRASI. (Yazı, Yeni Şafak'ta 29 Nisan 2007'de yayınlandı.)
"Demokratlık ve çağdaşlık, Bülent Arınç'ın "Çatapattan korkmayız." sözünden dolayı Genelkurmay Başkanlığı'nın sitesine "bomba"(!) gibi bir muhtıra yazıp demokrasinin dibine "dinamit" koymak mıdır?
Bu itirazları yapanlardan biri olan Yılmaz Özdil bakınız ne diyor:
"Hâlâ deniyor ki, bundan sonrası ne olur? Bundan sonrası tank olur.."
Asıl tahrik bu değil midir?
Haysiyetli olan davranış, "Ben çatapattan korkmam" mı demektir, yoksa "Tank geliyor tank, yihhhuuuu.." mu?
İnsanı kahreden bir cümle de Genelkurmay bildirisinde geçen "Ne mutlu Türküm diyene demeyen herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır.." cümlesidir.
"Türk olmaktan dolayı mutsuz olmayan" biri olarak bu cümle kadar tehlikeli bir cümleyi çok az duydum.
ÜÇ: AK PARTİ'Yİ KAPATMA DAVASI.. (Yazı davanın açıldığı günün ertesi günü yani 15 Mart 2008'de Yeni Şafak'ta yayınlandı.)
"..Ellerinizi ovuşturuyor musunuz Sayın Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya?
Başbakan Erdoğan'ın "Hamdolsun" sözcüğünü kullanmasını iddianameye kanıt olarak sunmakla siz "müddeiumumilik" yaptığınızı mı zannediyorsunuz?
Siz AK Parti'yi kapatmakla Cumhuriyet'i korumuş olmuyorsunuz; siz sadece ve sadece sırtınıza giydiğiniz cüppenin verdiği o "sanal kudretle" egonuzu şişiriyorsunuz.
Ya da başörtülü genç kızları üniversiteye almamakla haysiyet cellatlarına yağlı urgan taşıyarak sıcak yorganlarınızda yatmanın keyfini yaşamak istiyorsunuz.
Gözlerinizdeki perdeyi kaldırmak çok mu zordur?
Benim "aydınlanmacı" kardeşlerim, perdeyi kaldırmadığınıza göre geriye tek bir şık kalıyor.
Demek ki siz "karanlığı çok seviyorsunuz?"!