Abraham Lincoln bir arkadaşına yazdığı mektupta “Sana kısa yazacak kadar uzun zamanım olmadığı için üzgünüm” demiş…
Her gün onlarca kişiden senaryo fikri alan Steven Spielberg ise adım başı kendisine proje anlatmak isteyenlere kartvizitini uzatır, “İletişim numaranızı ve fikrinizi buraya yazın sizi mutlaka ararım” dermiş… Fikrini bir kartvizite sığdıranı da gerçekten ararmış. (Sanırım Yılmaz Özdil de Lincoln ve Spielberg’den aldığı feyzle yürüyor!)
Oysa bazı CV’ler var ki uzun uzun çok şey gösterip, hiçbir şey söylemiyor. Kâğıt üzerinde harikulade duran CV’lerin sahipleri 3 boyutluyken bir hayli farklı görünüyor!
HAYAT DÖNGÜSÜ
Malum, bir kısaltma olan CV, Latince ‘Curriculum’ yani çember/çerçeve ve de ‘Vitae’ yani hayat kelimelerinin baş harflerinden oluşmuştur.
‘Özgeçmiş’ de güzel kelimedir ancak benim için ‘Hayat Döngüsü’ çevirisi yeğdir. Bir işe girecekseniz CV istenir; ağırlıklı olarak okullardan, konuşulabilen yabancı dillerden, kurslardan, işyerlerinden bahsedilir. Peki, hayatımızın döngüsü bu mudur?
Çok vardır muhteşem okullar bitirmiş, yabancı dilleri Türkçe’den iyi konuşan, CV’sine bakınca dünyaları kurtaran... Ama rengi, derinliği ‘kısa kalan’.
Ailenden biri kanserdi, başında bir yıl bekledin, eminim onu doktorlar kadar sen de iyileştirdin... CV’ne yazabilir misin; o dönemin hayatına kattığı tecrübeleri başka nasıl kazanabilirsin?
Ya da... Çok sevdin, çok sevildin... Olmadı üzüldün, kandırıldın, tökezledin... Bu zenginlikleri hangi master derecesiyle bir tutabilirsin.
Eline geçen tüm parayı yeni bir yer görmek, gustonu zenginleştirmek, bir hobiyle derinleşmek, güzel yemekler tatmak, yeni kitaplara açılmak için harcadın; bunu nasıl ifade edersin?
ÖYLESİNE AÇIK...
Tüm bu takıntılar üzerine, Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde açılan ‘Alnımın Çizgilerindesin Memleketim’ - Nâzım Hikmet’in Yolculuk Fotoğrafları Sergisi vesilesiyle şairin otobiyografisini bir kez daha okudum da… Şu cümleleri de içeren:
“1902’de doğdum / doğduğum şehre dönmedim bir daha / geriye dönmeyi sevmem (…) Kimi insan otların, kimi insan balıkların çeşidini bilir, ben ayrılıkların / Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını, ben hasretlerin / Hapislerde de yattım büyük otellerde de / açlık çektim, açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir / (...) sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım / (…) konuşmadım arkasından dostlarımın / içtim ama akşamcı olmadım / hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana / (...) yalan söyledim başkasını üzmemek için / ama durup dururken de yalan söyledim / bindim trene uçağa otomobile, çoğunluk binemiyor / operaya gittim, çoğunluk gidemiyor”
Bilerek, bir CV’de yer almayacak ama şairi Nazım yapan ‘ayrıntılardan’ seçtim cümleleri. ‘Hayat Döngüsü’ biraz da bunu gerektirmez mi?
Keşke en basit işi yapmayı bile özellik gibi maddeleyen ‘cilalı özgeçmişler’ yerine dolu dolu ‘hayat döngüleri’ görebilsek çevremizde. Ya da böyle barışık, böyle dürüst olabilsek kendimizle…
Olmak istediğimiz gibi değil olduğumuz kadınları izlemenin keyfi
Yaz başında bu sayfalarda Nevra Gömdeniz, yeni bir yıldızın doğuşunu müjdelemişti. 27 yaşındaki ABD’li Lena Dunham’ın adı, senaryosunu yazdığı, başrolünde de rol aldığı ‘Girls’ adlı diziyle “Woody Allen’ın kadın versiyonu” sıfatıyla anılıyordu çünkü.
Ne yapsa izleyebileceğim HBO’nun çok konuşulan dizisi, 1 sezonu geride bıraktı, 2’nci sezona da tam gaz başladı.
Bu arada ‘En İyi Komedi’ dizisi ve ‘En İyi Komedi aktrisi’ (Lena Dunham) alanlarında Altın Küre’yi de aldı.
Ben de bünyemi 17 gün boyunca esir alan gribin bir safhasında ilk sezonu yutma keyfine eriştim.
Ve söylemeliyim ki dizi, zeki, eğlenceli, iç gıcıklayıcı, kısa ve öz ama en önemlisi doğal!
Dizi günümüz New York’unda dört genç kızın cinsellikle, iş hayatıyla, faturalarla, erkeklerle ve genel olarak şehir hayatıyla mücadelesi. ‘Gossip Girl’ün göz kamaştırıcı kızları ya da ‘Sex and the City’nin kendine güvenli kadınları yerine burada yerini çok daha gerçek karakterlere bırakıyor. Kilolu ve gerçek. ‘Defolu’ ve gerçek.
ABD ve Avrupa’da her yaştan milyonlarca kadın ‘olmak istediği kadını’ değil, ‘Girls’deki ‘olduğu kadını’ izliyor. Türkiye’deyse hâlâ en çok izlenen diziler ya konakta, ya sarayda geçiyor.
Duvarda tüfek varsa, sonunda patlar!
Ali Atıf Bir, son iki hafta boyunca çok isabetli bir atış yaparak ‘silahsızlanmaya’ daha doğrusu toplumdaki ‘silahlanmaya’ taktı! Bu konuya geçişinin ilk nedeni Türkiye’deki Odalar ve Borsalar birliklerinde seçim döneminin başlaması…
“Ne alaka?” diyebilirsiniz. Bir, bildiği birinin aday olduğunu duyup şaşırıyor ve adayın “Bana başka kim hangi nedenle silah taşıma ruhsatı verir ki?” dediğini öğreniyor. Önce araştırması, sonra da hesaplarına göre bu seçimler Türkiye’de 36 bin kişiye silah taşıma ruhsatı verilmesi demek! Geçtiğimiz pazar günü yazdığı yazıda da Bir, bu durumu özetleyerek, Umut Vakfı bir yana kadın köşe yazarlarından yardım istiyordu, “Siz de karşı çıkın, kamuoyu yaratalım” diyerek…
Ali Atıf Bir’in yazılarının ardından “Türkiye’de kimlere silah ruhsatı verilebilir?”; biraz ‘gugıl’ladım ki durum hiç de iç açıcı değil. Yani silah taşıma ruhsatı almak için yapılacak işlerin listesi bir hayli kabarık, maalesef. Bu durumda söylenebilecek olanı, bir önceki yüzyılda Anton Çehov özetlemiş, bitirmiş:
“Hikâyeye başlarken, duvarda bir tüfeğin asılı olduğunu söylerseniz hikâyenin sonunda o tüfek patlamalıdır.” Gerçek hayatta da o silah patlar. Nokta.