Hükümet sistemini daha demokratik ve işlevsel hale getirmesi arzulanan anayasa değişikliğine karşı çıkanlar, parlamenter sistemin korunmasının hayati olduğunu ifade ediyorlar.
Oysa ülkemizin şu anki sistemi parlamentarizm değil. Öncelikle bu tesbiti yapmak lazım. Neyi değiştirmek istediğimiz konusunda bir netlik sağlamak önemli.
Fiili sisteme ad verilecekse, o da “vesayetçi parlamentarizm” olabilir ancak. Bunun da Türkiye’den başka hiçbir yerde örneği yok. Yani fiili sistemi savunanların Anglo-Sakson modeli ululamaları, Magna Carta’ya gitmeleri, Türkiye’nin sistem karmaşasını açıklamıyor, bilakis örtmeye yarıyor.
Bunun içi daha yakınlara Türkiye’ye ve darbeler tarihine bakmak lazım.
Eğer çok partili rejime geçtiğimiz 1950’li yıllar ve sonrasında millet iradesine saygı duyulsa ve darbelerle anayasaya tecavüz edilmeseydi, bugün bu sistem kendi içinde olgunlaşır, kimsenin de bununla ilgili böyle bir sorunu olmazdı. Ancak 1961 ve 1982 darbe anayasaları ile vesayetçi-antidemokratik bir kaosa mahkum edildik. Unutmayalım, tüm bunlar Başbakan ve bakanların idam edildiği, yüz binlerce vatandaşın işkencelerden geçtiği süreçlerle yaşandı.
Millet iradesinin sandıkta belirlediği siyasi temsilciler ve hükümetler üzerinde vesayetçi bir model kurgulandı. Yola çıkarken, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletin” iken, daha sonra egemenliğin yetkili organlar aracılığıyla kullanılacağı ifade edildi. 1961 Anayasası’nda aracı kurumlar ihdas edildi, seçilmişlerin yetkileri budandı, devredildi.
Ama en vahimi, 1982 Anayasası’nda, sembolik görevleri olan Cumhurbaşkanlığı makamının geniş yetkilerle donatılmasıydı. Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini kısa bir cümleyle düzenleyen madde, anayasanın en uzun maddesine dönüştürüldü. Artık Cumhurbaşkanlığı, yürütmenin çoğu yetkisini paylaşan, onun üzerinde bir komiserliğe dönüşmüştü.
Kenan Evren (ve benzerleri) için kurgulanan bir makama dönüşen Cumhurbaşkanlığı, üstelik tamamen sorumsuzdu. Yani Cumhurbaşkanı hem yürütmenin yetkilerini paylaşacak, kullanacak, hem de sorumsuz olacaktı. Tüm sorumluluk seçilen Başbakan ve ekibinde olacaktı. Kırmızı çizgilere dokunulduğunda ise ya 12 Eylül ya da 28 Şubat gibi darbeler ile nihai hamleyi yapabilecek, her şey de hukuk/sistem içinde yaşanmış olacaktı.
Böyle bir parlamenter sistem olmaz. Bu sistem parlamenter sistem değildir.
Millet iradesi ve bürokratik vesayet arasındaki bu çekişmede, yapısal olarak milletin ilk cevabı, 2007 yılında geldi. 367 garabeti ile AK Parti’ye Cumhurbaşkanı seçtirmemek üzere hamle yapılınca, Cumhurbaşkanını halkın seçmesine dönük Anayasa değişikliği Ekim 2007’de yüzde 69 ile kabul edildi.
Bu bizim demokrasi tarihimizin kendi evrimsel sürecidir.
Cumhurbaşkanlığı makamı bu şekilde halkın emanetine alındı.
Ancak, bu durum yine de yürütmede çift başlılığı gidermiyordu. Halkın doğrudan seçtiği, çok geniş yürütme yetkileri bulunan ve aynı anda sorumsuz olan bir Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında her zaman ciddi sıkıntı yaşanacaktı. Hele de Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın ayrı partilerden olduğu dönemlerde, muhtemelen Başbakan’ın partisinden her zaman daha fazla oyla seçilecek Cumhurbaşkanı’nın bulunduğu bir sistem, pimi çekilmiş bomba demektir.
Yapılmak istenen bu karmaşayı gidermektir. Hem vesayetin önünü kapatmak, hem de yasama yürütme ve yargının alanlarını netleştirmektir.
Türkiye’nin demokrasi tarihinde bu değişiklik millet iradesinin bir devrimi olacak. Bunca cümle yazmadan, “CHP bu değişikliğe karşı” deseydik, derdimizi anlatmış olurduk zaten.