Türk insanının kafası karışık olmasın da ne olsun! Son günlerde toplumsal olarak tartıştığımız konuları anlayabilmek için sadece meselenin görünen yüzünü bilmek yetmiyor. Dershane tartışmasıyla başlayıp 17 Aralık operasyonuyla devam eden olayları anlamlandırabilmek için eğitimden siyasete, ekonomiden istihbarat servislerine, uluslararası ilişkilerden enerji politikalarına, cemaat-devlet ilişkilerinden sivil topluma, yakın Türkiye tarihinden toplumsal psikolojiye ve hatta spora kadar pek çok alanda bilgi sahibi olmak, bu ilişkiler ağını yorumlayabilmek gerekiyor. Yorumlayabilen yorumluyor, yorumlayamayan da sağlam bir iradeye teslim oluyor. Aslında neticede ikisi de aynı yerde buluşuyor.
İskandinav ülkelerinde olduğu gibi, ülkede esen fırtınaya ne ad verileceğini tartışmak ya da hayvanat bahçesinde yeni doğum yapan filin ziyaretçi sayısını konuşmak gibi 'lüks' gündemlerimiz yok bizim.
Çünkü sistemik çarpıklıkların zihniyet sorunlarıyla iç içe geçtiği girift ve karmaşık meselelerimiz var. Bir de bunun üzerine ahlaki-vicdani sorunlarımız var. Bu üç ayaklı sorunları bertaraf etmeden düzlüğe çıkmak zor görünüyor.
Söz gelimi geçen hafta Suriye'de yaşanan insanlık dışı vahşete dair fotoğraflar yayımlandığında bile ikiye bölünebildik. Vahşetten başka izahı olmayan bir meseleyi büyük bir vicdan yoksunluğuyla iç siyasete malzeme yapabildik. On binlerce insanın günlerce aç bırakılarak işkenceyle öldürülmesi bile sözün bittiği yer olmadı. Hiç olmazsa susmayı bilemedik. Hükümete muhalefet etmek adına fotoğraflar üzerinden siyaset üretildi.
Türkiye'deki vicdan siyaseti iki yıldır Suriye'de yaşananlara tüm dünyanın dikkatini çekmek için elinden geleni yapıyor. Fakat Batı'nın etik kriter gibi görünen ama tamamen çıkar merkezli kırmızı çizgileri hep değişiyor. Üç ay önce kimyasal silah kırmızı çizgi olarak tanımlanırken, aralık ayında binlerce insanın ölümüne neden olan kimyasalların tespitine rağmen, Suriye'de ölümleri durduracak hiçbir adım atılmadı.
Türkiye bu sefer, tam da Batı'nın anlayacağı bir dili, görüntünün dilini kullanarak seslendi dünyaya. Görsel bir medeniyet olan Batı belki de ancak vahşetin en can yakıcı manzaralarını 'görerek' ikna olabilir! Cenevre görüşmelerinin bu fotoğraflardan sonra kısa ve uzun vadeli sonuçlarını bekleyip göreceğiz...
Öte yandan geçtiğimiz hafta Türkiye'nin Brüksel çıkarmasında bir başka zihniyet ve ahlak sorunuyla daha yüz yüze geldik. Avrupa Birliği liderleriyle Başbakan Erdoğan'ın Türk televizyonlarında da canlı olarak yayımlanan ve hepimizin şahit olduğu basın toplantısı, AB ile ilişkilerde bahar havası olarak yorumlanabilecekken, ertesi gün muhalif gazetelerde bambaşka bir şekilde lanse edildi. Daha da ötesi AB gündemi Batı ekseninden milim sapmaktan ödü patlayan kompleksi bir jargonla konuşuluyor bu memlekette. En insani meselede bile çifte standardına şahit olduğumuz Batı'nın, Türkiye'de demokrasi ve insan haklarının komiserliği makamına oturtulması ne büyük bir tezat! Bu nedenle, Başbakan Erdoğan'ın Türkiye'nin 51 yıldır AB kapısında bekletilmesi karşısında kullandığı Şanghay Beşlisi kartı AB'ye atması gereken adımları hatırlatması bakımından değerli bir duruşu temsil ediyor.
Hak edilmiş bir demokrasi, ne pahasına olursa olsun şuursuz bir teslimiyetle değil, bir yanda insanlığın hazır reçetelerinden faydalanırken, bir yandan da kendimizden menkul değerler dünyasını ayakta tutmakla mümkün olabilir. Sistemik sorunlarımızı da ancak böyle güçlü ve sağlam bir irade çözebilir.
Belki o zaman biz de başka gündemler konuşabilir, hatta hayvanların hayvanat bahçeleri yerine kendi doğal ortamlarında yaşayabileceği bir dünyayı nasıl inşa edebiliriz gibi 'ultra-lüks' gündemler oluşturabiliriz. Ama önce acil sorunların çözülmesi gerekiyor.