Geçen hafta haute couture'un duayeni Vural Gökçaylı ile atölyesinde yaptığım röportajı yayınlamış ve büyük bir heyecanla röportaja gittiğimi ve ondan öğrenecek çok şey olduğunu yazmıştım. Haute couture'un en şaşalı günlerini yaşadığı dönemde Fransa'da Jean Patou da çalışan ve modanın son 50 yılına yakından tanıklık eden bir tasarımcıya sorulacak ne çok şey vardı. Bu hafta da bu köşede bir ders niteliğindeki sohbetimizden kesitler aktarmak istiyorum.
Gökçaylı, sohbet boyunca modanın ve akımların ekonomi ve politikadan nasıl etkilendiğine dair tarihten örnekler verdi.
'Haute couture dünyası De Gaulle'in 1968'de Kanada'da yaptığı konuşmasıyla birbirine girdi. De Gaulle hükümet konağında yaptığı konuşmasında coşkusundan etkilenerek büyük bir gaf yaptı. 'Yaşasın Montreal, yaşasın Quebec, yaşasın Özgür Quebec, yaşasın Fransız Kanada'sı ve yaşasın Fransa!' De Gaulle'ün söyledikleri Kanada'ya bir bomba gibi düştü. Kanada'nın Başbakanı bu sözlerin kabul edilemez nitelikte olduğunu söyledi. Ve tabii bu sözler Amerikalıların ve İngilizlerin de hiç hoşuna gitmedi. De Gaulle, Paris'e geri dönünce Fransa'nın çok büyük bir ülke olduğunu ve bu ülkede NATO'nun yeri olmadığını açıkladı. Altı ay içinde NATO Brüksel'e taşındı ve Amerikalılar gitti. Ve Amerika, Fransa'ya ambargo koydu. 'Peynirin de, modan da, şarabın da senin olsun' dedi. Fransız haute couture markalarının en iyi müşterisi de Amerikalılardı. Sattığımız kağıt patronlarla koleksiyonların masrafı çıkıyordu. Koleksiyon tanıtımlarına ve defilelerine ne bir Amerikalı alıcı ne de gazeteci geldi.
İşte bugün Avrupa'da yok olan haute couture'nin çöküşü böyle başladı. O arada da öğrenciler masumane gösteriler yapıyordu. Hippi modası olduğu dönem. Herkes Katmandu'ya gidiyor. Hint felsefesi ortalığı kasıp kavuruyor. Maneviyat doruk noktada. Talebeler hürriyet istiyorlar, harç ödemek istemiyor, daha fazla serbestlik istiyor, yurtlarda kız arkadaşlarını odalara almak istiyor, yemekler daha iyi çıksın istiyor. İlk önce sessiz başladı. Sadece yürüyorlardı. Hatta dönemin Kültür Bakanı Andre Malraux da onlarla yürüyordu. Müthiş bir adamdı. Hatta De Gaulle'e onun bu yürüyüşlere katılması konusunda: 'Voltaire'ler hiçbir zaman susturulamaz. Bırak yürüsün!' olmuştu. Fakat daha sonra masum talebelerin arasına provokatörler girdi. Olaylar ölümle neticelendi. Ve bu olaylar sırasında kimse bir şey satamadı. Hazırladığımız koleksiyonlar elimizde kaldı.'
TASARIMCI YETİŞİYOR AMA ÇALIŞACAK YER YOK
Gökçaylı gibi üniversitede ders veren bir duayeni bulmuşken gençleri sormamak olmazdı. Nasıl buluyordu acaba genç tasarımcı adaylarını, zira sokaktaki 10 gençten 5'i tasarımcı olmak istiyor neredeyse?
'Çok üzücü' diye söze başladı ve konu yine politikaya geldi, işte bir ders notu daha: 'Türkiye'de tasarım yapan ve yapmaya gayret eden en büyük firma Vakko'ydu. Bugün Vakko ayakta ama konfeksiyon yapmıyor, çünkü bizim Türk insanı yabancı marka seviyor. Vakko da kendi mağazasında yabancı marka satıyor. Bu yabancı merakı yüzünden bizim kumaş sanayimiz yok oldu, bir İpeker, bir Hacı Resul ve Vakko eski kumaşlarını üretmiyor. İpekler, brokarlar, çatmalar yok artık. Serbest ekonomi iyi, biz de mutlu olduk ama bir yere kadar... Dışarıdan ucuza kumaş geliyor diye bizim kumaşlarımız yok oluyor.
Genç tasarımcılara gelince 15 yıldır ders veriyorum, her yıl 40 öğrencim var. 40'ının içinde bir ya da iki çocuk çıkar, buna da razıyım. Ancak o birini bile nereye işe sokacağımı bilemiyorum. Türkiye'de hangi hazır giyim firması iş yapıyor? Gönderiyorsunuz, doğru dürüst para vermiyorlar. O çocuk çıkınca ne olacak? Siz iş potansiyelini alın, sonra tasarımcı yetiştirmeye kalkın! Akaretler'de yabancı markaların mağazaları açıldı, sonra ne oldu; satılmadı, kapandı. Bu kadar marka merakı görgüsüzlük, dünyanın hiçbir ülkesinde yok.'