Osmanlı’ya düşman olmak nasıl bir aşağılık duygusunun, hangi toplumsal şizofreninin eseridir? Yeryüzünün tarihsel olarak en görkemli imparatorluğunu, kendi çağdaşları içerisinde en ileri toplumsal ve ekonomik organizasyona sahip olan böylesine devasa bir siyasi yapıyı eleştirmeye kalkmak, o yapı hakkında en azından bir fikir sahibi olmayı gerektirir ki, bu anlaşılabilir bir durumdur fakat hiçbir fikri olmayanların Osmanlı’nın bırakınız sosyal ve ekonomik yapısını, onun büyük şairlerinden birini dahi doğru dürüst okuyup anlayacak düzeyde olmayan hastalıklı zihin dünyasının bu nefretinin kaynağı nedir?
“Son günlerde Osmanlı hanedanına mensup bir hanımefendinin tercihini açıklaması, önümüzdeki referandum sürecinde ‘evet’ diyeceğini ifade etmesi üzerine, gazetecisinden oyuncusuna sefiller sürüsünün yeniden bütün çirkefliğiyle Osmanlı’ya saldırmalarına sebep olduğu görüldü.”
Büyük devlet olmak
Yeryüzünde ilk çağlardan başlayarak, orta zamanlar boyunca da birçok devlet meydana gelmiştir ve sayıları bunlardan az olsa da çok sayıda imparatorluk kurulmuştur. “Tarih felsefecilerinin imparatorlukları birçok kritere göre değerlendirdikleri görülür. Bunlardan birincisi, coğrafya faktörü yani imparatorluğun hükümran olduğu coğrafyanın genişliğidir. İkincisi zaman faktörüdür ki, bu imparatorluğun yayıldığı coğrafyada kurumsal varlığını ve siyasal mevcudiyetini ne kadar sürdürdüğünü ifade eder. Üçüncüsü ise, o imparatorluğun medeniyet birikimine kattıkları yani beşeri ve siyasal sonuçlarıdır.”
Bütün dünyanın ‘Türk İmparatorluğu’ bizimse Osmanlı olarak adlandırdığımız İmparatorluk sadece bu kriterlere bakıldığı zaman dahi Roma’dan başka bir imparatorlukla mukayese edilemez durumdadır. Osmanlı fetihleriyle üç kıtada hâkimiyet kurmakla kalmamış, gittiği coğrafyalara hukuk normlarını, yönetim ilkelerini götürerek, birçoğunda klan/kabile örgütlenmesine onların kurallarına rağmen bir hukuk düzeni kurarak, kan bağına dayalı ilişkilerden kamu hukukuna geçilmesini sağlamıştır.
Bunun anlamı Türkistan’dan, Hindistan’dan Roma’ya Avusturya’ya Viyana’ya kadar uzanan bir alanda ‘Osmanlı barışının’ kurulması yani dünya ticaretinin, insanların, malların, paranın dolaşımın mümkün kılınması, Akdeniz’in bir barış gölü olarak bu ekonomide rol almasıdır. Osmanlı coğrafyasını bugün dahi gezenler bir medeniyet taşıyıcısı olarak İmparatorluğun şehirleri, pazarları, yolları, suyollarını, köprüleri, kütüphaneleri, medreseleri, kamusal kullanım için hanları, hamamları, hastaneleri, aş evlerini birçok yerde görebilirler.
Yabancılaşma veya mankurtlaşma
Bunları görseler de bunlardan bir şey anlamayanlar, anlayamayacak kimseler ancak Osmanlı’ya onun mirası olan bu topraklara yabancılaşmış olanlardır. “Cengiz Aytmatov’un o ünlü tanımlamasıyla ‘mankurtlaşmış’ olanlardır. Onlardan, bu aşağılık duygusu içinde debelenenlerden Nobel ödüllü Sırp romancı İvo Andriç’in ‘Dirina Köprüsü’ romanında gösterdiği duyarlılığı beklemek, romancıya hakaret olacaktır.”
Osmanlının beşeriyet için kattığı en önemli değer, sömürgeciliğe karşı ülkeleri ve halkların kültürlerini korumuş olmasıdır. İspanyol Yahudilerinden, İmparatorluk bünyesinde yaşayan bütün farklı kültürlere kadar hepsinin yaşama hakkını koruyan bu yaklaşım, bir ‘kerim devlet’ anlayışını yansıtır.
“Osmanlı’nın en önemli siyasi mirası ise ‘çağdaş Türkiye’dir’. Osmanlı birikimi olmasaydı sömürgeciliğe rağmen, bağımsız bir milli devlet kurmak mümkün olabilir miydi? Milli mücadeleyi yürüten Meclis, Misak-mili, milli mücadeleyi yürüten başaran Osmanlı subayları, ‘bütün Türk coğrafyasının tek bağımsız milli devletini’ kurmuşlardır.” Bütün bu birikimi inkâr ederek, hanedanı sınır dışına sürerek ‘tüm şahsi mallarına el koyarak’ yapılanlara rağmen bu ‘toprağın kokusunu’ hissedip, en ufak bir itiraz veya tepki dahi göstermeyen hanedan mensuplarına bugün yapılan saygısızlık ‘tarihimize’, ‘kimliğimize’ yapılan saldırıdır ki, bu ‘alçaklığın psikolojisini’ ayrıca incelemek gerekir.