Mecidiyeköy’de yaşanan katliam gibi olayda, 10 kişinin hayatını kaybetmesi ‘iş kazaları’ üzerinde yeniden düşünmeyi, tartışmayı zorunlu hale getirdi. Her gün adını bilmediğimiz inşaatlarda kaç kişi ölüyor? Kendi yaptıkları, belki hayatları boyunca bir daha içine uğrayamayacakları yapıların temelinde kimlerin kanı dökülüyor?
Meselenin üç boyutunun bulunduğunu söyleyebiliriz. Birinci boyutu, kapitalistleşme sürecinde işletmelerin “sosyal maliyet hesabı olmadan” sahip oldukları kazanç hırsıyla, kâr maksimizasyon anlayışıyla ilgilidir.
Henüz sanayi toplumu olmamış, “sanayinin üretim kültürüne”, rasyonalitesine ve zihniyet dünyasına sahip olmayan bu girişimci modelinin, kısa dönemde kendi çıkarlarına odaklanıp ne kadar kâr edeceğini hesaplayan, dar bir ufka sahip olması önemli bir sorun kaynağıdır. Bu davranış biçiminin sahipleri, yapılan işe katılacak ustalaşmış emeğin, bilginin, “işin verimliliğini artırarak” bir başka biçimde kârlılık yaratacağını kavrayacak “teknik bilince” sahip değillerdir.
İnsanı korumak
Meselenin ikinci boyutu, kapitalistleşme sürecinin ekonomik politikasıyla ilgilidir. Yaygın bir kanaate göre ucuz işçilik Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için önemli bir avantajdır ve bu avantajları kullanarak uluslararası piyasalarda rekabet üstünlüğü kazanılabilir. Bu ise ülkenin ihracat gücünün gelişmesi için bir fırsat demektir. Bu görüş, Türkiye ekonomisi açısından oldukça yanlış bir değerlendirmeye dayanmaktadır. Emeğin ucuzluğu üzerinden Türkiye’nin rekabet gücünü artıracağı bir dünya bulunmamaktadır. Ne yaklaşık 1 buçuk milyara sahip Çin’le, ne Hindistan’la, ne de diğer ucuz emek depoları olan ülkeler karşısında Türkiye’nin böyle bir avantajı olabilir. Dolayısıyla Türkiye ekonomisinin emek açısından takip edeceği politika, emeğin uzmanlaşması ve her alanda niteliği yüksek emeğin teşvik edilerek “emek verimliliğinin” artırılması olmalıdır. Türkiye’nin genç işgücü yapısının böyle bir politikayla avantaja dönüştürülmesi bir fırsat olarak durmaktadır.
Meselenin üçüncü boyutu siyaset ve sosyal politikalarla ilgilidir. Bilhassa kapitalistleşme sürecinde belli bir aşama kat etmiş ülkemizde, kapitalist şirket kültürünün, endüstriyel çalışma biçiminin eksikliğini de dikkate alarak, devletin iki yaklaşımı benimsemesi ve politikaya dönüştürmesi gerekmektedir. Birinci yaklaşım, “çalışma hayatının normlarını” evrensel ölçülere taşımak ve bunun uygulanması için etkin yaptırımları getirmektir.
İkinci yaklaşım ise, sosyal politika uygulamalarıyla ilgilidir. Burada çalışanların korunması, işveren karşısında kendini koruyacak sosyal ve ekonomik haklara sahip olması, örgütlenme özgürlüğünün hayati bir önemi vardır. Çalışma ve iş güvenliği, emeğin işyerine ve çalışmaya karşı da sorumluluğunu artıran uygulamalardır.
Emek ve demokrasi
Devletin sosyal politika uygulamalarını kapsamlı hale getirmesi, müeyyidelerini tahkim etmesi önemlidir fakat daha önemlisi demokrasi açısından ortaya çıkması gereken fonksiyonudur. Kısaca demokratik devlet “demos’u geliştirmek ve korumak” mecburiyetindedir.
Yaşanılan asansör faciası, neresinden bakılırsa bakılsın çalışma hayatındaki normların eksikliği ve uygulanması konusunda ciddi yetersizliklerin olduğunun göstergesidir. Burada bu normları uygulayacak olan iş sahipleridir, onların bu sorumluluğunu getirmesini zorunlu kılacak olan ise şüphesiz devlet örgütüdür.
Bugünkü hükümet “demos”a ve onun taleplerine dayanarak iktidar olmuş, dolayısıyla sosyal sorumluluğu olan bir hükümettir. Demokrasi, çalışanların hayatlarını koruyacak düzeye geldiğinde gelişmiş olur. Ekonomide yaşanan gelişmeyi sosyal hayata yansıtarak, çalışma hayatının standartlarını yükseltmenin, aynı zamanda ekonomik gelişmenin sürdürülebilir olmasının da temel şartı olduğu unutulmamalıdır. İşçilerin hâlâ öldüğü yer ise yalnızca gelişmişlik düzeyi değil aynı zamanda demokrasi de az gelişmiş demektir.