İddialar Cumhuriyetin elden gittiği yönündedir… Peki, Cumhuriyet nereye doğru gitmektedir? Cumhuriyet kavramı yöneticilerin kökenlerinin halktan olmasını, halka dayanmasını meşruiyet kaynağı olarak gören bir siyasal rejimi ifade etmektedir. İmparatorluklarda yönetimde bulunan monarkın meşruiyeti onun soyuna-sopuna dayandığı, hem hanedanların kendisi meşruiyetinin bu kaynaktan geldiğini söylediği hem de bu soyluluk ilişkilerinin dışında kalan halkın bunu böyle kabul ettiği bir durum söz konusudur. Şüphesiz bu anlayışın temelinde tarihsel fonksiyonlar, motifler, gelenekler olduğu kadar, bir güç mücadelesinin yarattığı neticeler de vardır.
Bu sebepledir ki iktidarı monarşinin elinden alan Fransız Devrimi meşruiyetini halktan alan yeni iktidar elitlerine verirken Cumhuriyet rejiminin doğuşu mümkün olmuştur fakat Fransa’nın veya bu süreci yaşayan ülkelerin demokrasiye geçmesi için epeyce bir zamana ihtiyaç duyulmuştur. Yani Cumhuriyet önemli bir siyasal gelişme aşamasıdır ama demokrasiyle aynı şey değildir.
Cumhuriyeti kuran ruh
Bizim Cumhuriyetimiz Milli Mücadele’yi yapan kahramanların toplandığı Gazi Meclis tarafından kurulmuştur. İmparatorluk tarihsel ömrünü Birinci Büyük Savaş’ta doldurunca, Milli Mücadele’yi başaran Gazi Meclis fiilen İmparatorun iktidarını ikame etmiş ve sonunda Cumhuriyeti ilan etmiştir. Artık iktidarda hanedan soyundan gelenler, onların varisleri değil, halkın muhtelif temsilcilerinden olan Gazi Meclis vardır. Cumhuriyetin Kurucusu Mustafa Kemal Paşa bu Meclis’in Başkanıdır. Yani Cumhuriyet Fransız ihtilali gibi bir devrimle kurulmamış, Milli Mücadele’yi yapan Gazi Meclis tarafından başlatılan bir sürecin eseri olmuştur. Zaten bu sebepledir ki yapılacak ‘reformlar’ kuruluşun arkasından gelmiş ‘İnkılap’ adı altında daha sonra yapılmıştır.
İşin ilginç yanı bizim Cumhuriyetimiz kendi şartları içinde Gazi Meclis’in yapısı itibarıyla oldukça demokratik sayılabilecek bir zeminden doğmuştur. Bu sebepledir ki kuruluşundan hemen sonra çok partiye açıktır ve farklı parti oluşumları bulunmaktadır fakat toplumsal yapı devlet içinde örgütlenmiş fiili güçleri, silahlı ve silahsız bürokratları dengeleyecek nitelikte farklılaşmamış bulunduğu için, siyasal yapı demokrasiye doğru değil ‘tek partili otoriter bir Cumhuriyete’ doğru evrilmiştir. Demokrasiye doğru adımları atmak için 1946/1950’yi beklemek gerekecektir.
Özenle üzerinde durmaya çalıştığım, altını çizmek istediğim husus; “Cumhuriyetin otoriterleşme sürecinin iktidar elitlerinin, müttefikleri olan resmi aydınlar zümresinin, iktisadi ve toplumsal bakımdan onların ittifakları içinde yer alan sınıfların kurduğu hegemonyanın demokratikleşmeye karşı gösterdiği dirençtir.”
Hegemonyanın sonu
Bugün Türkiye hükümet sistemini değiştirmeye çalışırken elden gittiğini söyledikleri Cumhuriyet bu hegemonik üstünlüktür, onu üreten anti-demokratik gelenektir ki bu sadece tek parti zihniyetini döneminin otoriter anlayışını değil, askeri darbe ve müdahalelerle konsolide olan, cunta anayasalarıyla siyasal kültürün genetiğine işlemiş olan geri bir yapıyı kapsamaktadır.
“Başkanlık veya Cumhurbaşkanlığı sistemi getirilirken yapılan o itirazların hepsinin dayandığı yer aynıdır. Hegemonya kaybının, onun dayandığı toplumsal güçlerin konum kaybının itirazlarına bu çerçeveden bakılmalıdır.” Bütün iktidar Meclis’e karşı sorumsuz Cumhurbaşkanında toplanıyor derken; Türkiye anayasalarında ilk defa Cumhurbaşkanı halk tarafından seçim yoluyla denetleniyor ikincisi yine ilk defa Meclis tarafından Meclis Araştırması, Genel Görüşme, İnceleme gibi yeni ihdas edilmekte olan kurumlar vasıtasıyla denetlendiği gibi Başkanın atadığı bakanlar da bu denetimlere tabi hale girdiği gerçeğinin üstü kapatılmak isteniyor.
Bu gerçeği kasıtlı olarak görmezden gelenleri anlayabiliriz, çünkü onlar tarihsel olarak kaybettikleri bir iktidarın statü elitleridir fakat bunları anlamadan bilmeden ‘atanmışlar sadece yazılı soruya cevap verilerek denetlenir mi’ diye yazanlara, soranlara ne demeli?