Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken, kabaca iki görüşün ağırlık kazandığı görülmektedir. Birinci görüştekiler, bugüne kadar ülkenin alışılmış düzeni içerisinde bir yerleri olan, konumlarının ağırlığı etkisinde bir bakış açısına sahiptirler. Bu gruptakiler, hem politik düzen içerisinde elde ettikleri konum itibarıyla, hem bu politik yapının ideolojisini içselleştirdikleri ölçüde, hem de yerleşik düzenin ekonomik ilişkileri üzerinden, “yerleşik yapıyla bütünleşmiş”, onun değişmesinden rahatsızlık duyan gruplardır. Bu ilk grupta yer alanların, ülkenin gidişatından endişeli olduğu, geleceğe dair karamsar görüşleri taşıdığı açıktır.
İkinci grupta yer alanlar, geniş farklı kesimlerden gelmektedirler. Bunlar arasında, yerleşik politik yapının muhtelif zamanlarda baskısına maruz kalmışlardan, haksızlığa uğramış çeşitli gruplardan bahsedileceği gibi, son yıllarda ülkenin yaşadığı ekonomik ve sosyal gelişmelerden, toplumsal konumlarının değişmesinin yarattığı imkânlardan dolayı geleceğe ümitle bakanlardan da söz edilebilir.
Nerede duruyoruz?
Türkiye’nin son 30 yılında ülkenin dışa açılması, şehirleşme, sanayileşme ve toplumsal değişmenin yarattığı “yeni kentlilerin”, yeni sınıfların, yeni mesleklerin ve genç nüfusun değişim taleplerine karşılık vermeyen hiçbir politikanın “siyaset alanında” bir başarı şansından bahsedilemez.
Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerine dönük olarak ortaya koyduğu “vizyon belgesinin” en önemli tarafı ‘Türkiye’de birçok şeyi değiştirdik, şimdi bunları konsolide etmenin zamanıdır’ demeden, değişime yeni bir ivme katacak yeni hedefler koyması ve bunu iddialı bir programa büründürmesidir.
Durulan yere göre, belli bir noktadan bakıldığında çeşitli sorunlar görülebilir ve ‘bu ülkenin önünde ne çok problem var’ denebilir. Başka bir noktadan bakıldığında ise, problemlerin mahiyeti değişip bunca olay içinde, ülkenin durumunun hiç de fena olmadığı düşünülebilir. Kısaca tek tek problemlerden, olaylardan kalkarak, ülkenin içinde bulunduğu durumu anlamak kolay değildir. Dolayısıyla bir ülkenin, bir toplumun bugünkü durumu hakkında karamsar veya iyimser olmadan önce, meseleye analitik bir şekilde bakmak gerekir.
Türkiye’nin bugün nerede durduğunu anlamak için birincisi ,‘Dünyadaki yeri neresiydi, şimdi nerede durmaktadır?’; ikincisi ‘içinde bulunulan bölgede, ülkenin daha önceki konumu ve ilişkileri neydi, şimdi nereye gelmiştir?’; üçüncüsü ise ‘toplumun gelişme düzeyi neydi, ne oldu?’ sorularını sormak ve bunlara mukayeseli biçimde cevap vermek gerekir.
Gelecek fikri
2000’lerin başındaki Türkiye, dünya sistemi içinde Batı’ya “dikey ilişkiler şeklinde” bağımlı bir ülkedir. ABD ve AB karşısında “ikinci sınıf bir ülke muamelesi” gören bu ilişkiye “yönetici zümrelerin“ kendileri alışmış olduğu gibi, bu kavrayışı topluma da benimsetmeye çalışmaktadırlar.
Türkiye’nin bölge ülkeleriyle olan ilişkilerini en iyi anlatan ifade “etrafı düşmanlarla çevrili ülke” söylemidir. Bunu takip ede cümleleri hatırlamak zor değildir. “Araplar bizi arkadan vurmuş”, kısaca Batı hariç Asya’da, Afrika’da bulunan herkes düşmandır.
Ülkenin ekonomik ve sosyal gelişmelerine ayrıntılı bir şekilde anlatmaya gerek yok. 300 milyarlık bir ekonomik büyüklükten, 900 milyar dolarlık bir büyüklüğe sıçramanın anlamı açıktır.
Şimdi Türkiye bulunduğu bu yerden, yeni bir gelecek yaratmak durumundadır. Bu gelecek perspektifinde bölgede “lider bir konumda” olmak, “küresel ölçekte söz sahibi”, toplumsal düzeyde ise açık toplum, daha ileri demokrasi, çoğulculuk ve entegrasyon sorunlarını aşmak öncelikler bulunmaktadır. Bütün bunlar, gelecek için yürünecek bir yolun işaret taşlarıdır.