B.
Şehir savunmasına hizmet etsin diye inşa edilen Paris surları günü geldi Paris'i sınırlar hale geldi. Şehir, artan nüfusa ikamet olanağı sağlayamamaktaydı; zira genişlemeye surlar mani olmaktaydı
Kral IV. Louis dedi ki "Paris, Paris'e gelmeden savunulur! Bir adam Paris'in surlarına dayandıysa zaten Paris'e gelmiş demektir. Yıkın surları!"
Ve Paris'in surları yıkıldı. O günden sonra Paris hep Paris'e gelmeden savunuldu...
LGBT dayatmasına karşı düzenlenen ve muarızlarınca nefret yürüyüşü olarak yaftalanan yürüyüş bize tahkim edilmesi gereken savunma tabyalarının nerede olduğunu gösterdi.
Fincancı katırlarını ürkütmemek kaygısıyla açmadıkları bahisler açıldı zira birkaç gündür. Asıl sorunun bizler yahut hayata bakışımız değil, İslamiyet olduğuna yönelik şimdiye kadar yapmaya çekindikleri yorumları fütursuzca yapar olduklarını gördük.
"İslam'ın ılımlısı falan olmaz karanlık hep karanlıktır" "İslam'ın karanlığından gökkuşağının renklerine sığının" vs...
Sebebi açıktır. Bir hakikat yüzlerine gün ışığı gibi çarptı: LGBT dayatması, her durağı sessizce geçse, her muharebeden galip ayrılsa, her yerde bizi ve bizden olanı sindirse dahi, son durak olan İslamiyet ve ananevi kültürümüz kayasına sert biçimde çarpacak; ya o kayayı parçalayacak ve geçecek, yahut o kaya bu çarpışmanın etkisiyle kendisine çarpanı parçalayacak. Fizik kuralları böyle diyor en azından. Böyle şiddetli bir çarpışma böyle neticelenir.
Birtakım dayatmaları siyaseten de yetim kaldı, zira marjinal olanlar hariç hiçbir siyasi parti toplumun ana omurgası ile direkt karşı karşıya gelmeyi göze alamadı. Ancak yavaş yavaş alıştırıyor, suyu ılıştırıyorlar. Bizleri hazırladıkları şey o büyük çarpışmadır.
Bu sebeple bir süredir ellerindeki minik matkaplarla din ve kültür kayasını deliyorlar ufak ufak.
Yüzünde nur görmek nâmümkün birtakım kimselere dini yeniden yorumlatıyorlar. Hem de 1400 senedir görmediğimiz duymadığımız tevillerle... Şaz rivayetlerle din algımıza takla attırılıyor bir yanda; diğer yanda din düşmanı olduğunu artık gizlemek ihtiyacı hissetmeyenler alenen dinin kendisini ve değerlerini tahkir ve tezyif etmeye yelteniyor. Çift taraflı bir hücum bu. Suret-i haktan görünene de inanmayınız, yorumlarını kâle almayınız. Geçmiş kavimlerin kıssaları din adamı suretlilerin dalalet hikayeleriyle doludur.
Peki bu olmaz şey nasıl oldu da oldu? Dine çok güvendik, dinin kalesinin sağlamlığına çok itimat ettik ve onun surları arkasına saklandık da ondan! Kimimiz yobazlığı din bildi, kimimiz yeni tanıştığı bilime ve Batı medeniyetine serfüru etti. Düşman ordusunu Paris'e 200 km kala karşılayacak o savunma hattının bir benzerini kurmadık. Surlarımız nasıl olsa geçilmez ve yıkılmaz; cümle düşman, çarpan deniz dalgası gibi geri döner dedik. Halt ettik! Dinimizin ve kültürümüzün önüne birtakım sosyal barikatlar, Aziziye Tabyaları, Plevne Müdafaaları kurmadık. Evet surlarımız çok güçlü, ancak tarihten öğrendiğimiz şudur: Bir havan topu icat edilir ve en yıkılmaz sur da yıkılır! Akabinde kıyamet kopar. Mukadder olan zaten mukadderdir, tagayyür etmez. Fakat bizim vazifemiz değil midir ki kıyamet hiç kopmayacakmış gibi çalışalım? Evet surlarımız yıkılmadı, fakat üzerinde onlarca namahremin el izi var. Lakayıtlığımızla dinimizi onun bunun diline pelesenk kıldık. At hırsızları ve nebbaşlar dinden bahseder, ahkam-i şeriyyeyi tahkir eder hale geldi. Kâfi zül değil midir? Utancımızın Sütçü İmam'dan daha hafif olmasını hangi şımarıklığa borçluyuz? 15 Temmuz'da taktığımız bakırdan bir madalya, bizleri hayatımızın geri kalanında bütün mesuliyetlerden azade mi kıldı?
Ne yapmak lazım, savunmayı nerede kurmak lazım? Bencesi bir sonraki yazıda...